Browsing Category

YEMEK

YEMEK

İçine Aşk Karışmış Domatesli Köfte


Hikayesi:

 
            İnsan işe kafa yormayınca hayatındaki diğer şeyleri düşünmeye başlıyor… Bu hem iyi hem kötü… Bir yerden sonra tehlikeli de olabilir… Ufak şeyleri büyütebilirsin mesela… Evinle, ailenle, aradaşlarınla, sevgilinle ilgili en ufak problem canını daha çok sıkabilir… Ama aslında bu durum, var olan ve görmediğin şeyleri de görmeni sağlayabilir… “Vay be!” dersin belki de sonunda, “ben bunu nasıl farkedememişim”… Buara böyle aydınlanmalar yaşıyorum sabahları uyandığımda… Modum bir düşüyor, bir yükseliyor… Gün geçtikçe de enerjimin düştüğünü hissediyorum aslında… Issız bir adaya alıp başımı gidesim geliyor mesela…
 
            Bennu Gerede’nin bir röportajını okudum dün, “Ben ki çok pozitif insanımdır, Survivor da yaşadığım o kafa boşaltma durumunu hayatımda hiç yaşamamıştım, tek düşündüğüm karnımı doyurabilmek ve oyunları kazanabilmekti.” diyor… Ve işin ilginç tarafı “yine olsa koşa koşa giderim” diyor…
   
            Aslında hepimiz kendi iç dünyamızdaki bir adacıkta survivor yaşıyoruz… Kalp adacığı… Onu aşkla doyurmak ve karşısına çıkan oyunları yenmek üzerine kurulu değil mi oradaki hayat da? Elenme korkusu o adada da yok mu mesela? Ya da sevgisiz olduğunu hissedip aç kalınca ağlama krizlerine girme… Ama başarıyla çıkarsan, yani “survive edebilirsen” de senden mutlusu yok… Hayat sana ödüller veriyor o zaman…
 
 
                  Herkese kendi survivor’ında başarılar diliyorum…
 
 
Sevgiler
Özü
 
 
Malzemeler:
 
Köfte
1 Büyük Domates
Biberiye
Kekik
Karabiber
Tuz
Zeytinyağı
 
 
 
 
 
 
Yapılışı:
 
Dolapta duran köfteleri kuru kuru sunmak istemedim B.ye… İçimden geldi, ben bunu bir soslayayım dedim… İnsan aşık olunca daha bir yaratıcı olur ya hani, ben de domates rendeleyerek bu basit yemeğe aşk katmış oldum aslında…
 
1 Domatesi bir tavaya rendeledim ve zeytinyağında biraz pişirdim…. Köfteleri içerisine dizdim… Sonra üzerlerine bol kekik ve saksısından topladığım biberiyeleri, karabiber ve az tuzu ilave ettim… Bir sure sonra arkalarını çevirip tekrar ayn işlemi yaptım… O kadar lezzetli oldu ki… Basit bir köfteyi çok başka bir halde sunabilmenin en pratik yolu… Ben de böylece B. nin hem midesini hemde kalbini doyurmuş oldum 🙂
 
 
Afiyet Olsun!
 


 

YEMEK

Bir Heybeliada Keşfi daha; Mavi Restaurant



Hikayesi:

Günlerdir elim bilgisayara gidiyor ama yazamıyorum… Halbu ki anlatacak çok şey var… Bir yandan da pek de bir şey yok aslına bakarsanız…
 
1 Ağustos itibariyle işsizlik günlerim başladı… İlk gün sabah erkenden alarm çaldı ve uyandım, gözlerimi tavana diktim ve dolabımı kafamdan geçirmeye başladım… “Off ne giysem?!!” diye geçirdim içimden… Sonra “Saçmalama kızım evdesin bütün gün piajamayla takıl!” dedim kendime… Böyle bir git gel kafası işte… Uzun zamandır aralıksız çalışan birine kolay olmayacak tabi bu günler hepimiz biliyoruz… Bir eksik hissediyorum kendimi, bir yandan da oh diyorum evde şunu yapmam lazımdı bunu yapmam lazımdı… Ama bir yandan da B. işe gidiyor ya hani, tüm arkadaşlarım işte, akşama kadar ne yapacağım ben diyorum… Zaman daha bir yavaş geçiyor sanki… Halbuki çalışırken de o son 1-2 saat geçmek bilmezdi ya çoğu zaman… 🙂 İnsanoğlu işte, nankörüz nankör!
 
Hayatta hiç bir şey teker teker gelmiyor, tecrübeyle sabit! Tüm bu karmaşanın içerisinde tutunduğun en güzel dalın oluveriyor ya sevdiğin… O panikle kırılmasından en çok korktuğun haline de dönebiliyor bazen… Çoğu zaman da en çok çiçek açan dalın olur ya hani… O dala sarılıp uyumak istersin huzurla… Bazen misafirlerin olur dalda, çeşit çeşit kuş gelir konar öter gider… Ne keyiflidir o günler de… Dört mevsimi gördükçe de güçlenir o dal, daha bir coşar baharda… İşte öyle bir hallerdeyiz biz de… Yukarıdaki yine sınıyor, biz de birbirimize tutunup gidiyoruz işte…







Böyle günlerden birinde Heybeliada ile tanışmamızı sağlayan T. ve kızarkadaşı K. yine adaya davet ettiler bizi… O sarı sıcak İstanbul’dan bir az olsun nefes almak için ideal bir kaçış planıydı… Günün sonunda da bizi çok sevdiği Mavi Restaurant ile tanıştırdı… İyi ki de yaptı…

 
Vapur gişesinin hemen karşısında yer alan Mavi Restaurant bize gerçekten özlediğimiz “ada kafası”nı yaşattı… Mavi-beyaz sandalye masalar, yemyeşil bir ortam, yukarıdan sarkan asmalar… İstanbul’da değildik sanki… Bozcaada burnumuzda tüterken, bu kadar yakın bir yerde de o benzer hissi yaşamak çok güzel geldi hepimize…


 

T. beni kaptı mutfağa götürdü doğrudan 🙂 Sahibesi çocukluktan beri tanıdığı için T.yi sağolsun geldi tanıştı hemen… Çok şeker bir bayan, kendi evi gibi davranıyor gelen misafirlerine… Bir yandan da duyuyoruz ki aslında zaten çok meşhurmuş, özel telefonlar edilip ünlü şahıslarca rezervasyonlar yapılırmış… Biz de neyiniz meşhursa deneyelim o zaman dedik… Öncelikle körili patates, zeytinyağlı ahtapot salata ve patlıcan ezme geldi… Körili patates beni şaşırttı, çünkü çocukluğumdan beri babam evde sabah kahvaltılarına yapardı bize… Çok da severim… Çok bilinmediği için görünce şaşırdım ve sevindim… Gerçekten güzeldi…

 

 

 

Mercimek köftesi henüz yapılmıştı biz oradayken, o yüzden tadımlık ikram edildi… Çok başarılıydı…

 

Evet geldik bu mekanın özel olan mezelerine… Birincisi enginar dolması… Normalde bir bütün enginar çiçeği içerisinde geliyor, ama dört kişi olduğumuz için bize böldüklerinde herkese düşen şekil yukarıdaki gibi oluyor… Biraz limon, biraz tuz… Harika…

İkinci özel meze ise, midye içerisinde deniz mahsüllü safranlı  mini paella… Herkese kocaman bir midye içerisinde geliyor… Sanırım bu mekanda en sevdiğim ve başarılı bulduğum meze buydu…Kesinlikle tavsiye ederim !
 
 
İşte böyle… Heybeliada’ya yolunuz düşerse ve akşam üzere keyif yapalım derseniz, Mavi Restaurant kesinlikle size tavsiye edebileceğim bir mekan…
 
Sevgiler ve Hepinize İyi Bayramlar !
 
Küçük Martha
 
 

YEMEK

Peynirli Fırın Patlıcan !

 
 
 

Hikayesi:

 
Bu yazıyı yazarken geçen günlerde İstanbul’da harika bir konser veren Melody Gardot‘u anmadan geçemeyeceğim. Sanırım bugüne kadar izlediğim en iyi performanslardan biriydi. Daha once hakkında hiçbir fikrimizin olmadığı bu kadife ses, geçirdiği bir trafik kazası sonucu hayata müzikle tutunmuş… Yine bunalım sirenleri çaldığı bir dönemde ben de mutfağıma tutundum diyebilirim 🙂
 
Bazen senin için neyin doğru neyin yanlış olduğuna sen karar veremiyorsun. Hayattayken Araf’ta olma durumu vardır ya hani… İşte öyle dönemlerde su yolunu bulana dek sen de uğraşacak bir şeyler bulacaksın kendince… Bazen uyursun geçer, ama bazen daha fazla zamana ihtiyacın vardır. Bence hayat adeta bir patlıcan gibi… Yaşarken suda bekletip acısını almayı bilirsen sonunda harika bir lezzete sahip olursun… Zor günler geçiriyoruz, acılarımızı tuza değil de suya basarsak belki herşey daha güzel olur?
 
Herşey karışık… Fırsattan istifade mutfağıma döndüm ben de… Ramazanın ilk gününde işten gelen B. yi güzel bir sofra ile karşılamak istedim. Hızımı alamayıp yaklaşık 3 saat boyunca bir kaç günlük yemek yapmışım, sonradan farkettik 🙂 Kafadan uydurma ama Bozcaada mezelerinden esinlenerek ürettiğim patlıcanlı yemeğimle karşınızdayım bu sefer…
 
Herkese hayırlı ramazanlar !
 
Sevgiler
Özüm
 
 


Malzemeler:

2 Adet Tombik Patlıcan
1/4 Kalıp Beyaz Peynir
4 Tutam Biberiye
Zeytinyağı
Kekik
Tuz
Karabiber

Yapılışı:
 
 

 
Patlıcanları ortadan ikiye bölüyoruz.
 
 
 
 
Bir bıçak ya da kaşık yardımıyla ortasındaki içi bir kaba alıyoruz. Çıkardığımız patlıcan içini rondodan geçiriyoruz. Üzerine peynirimizi rendeliyoruz ve bir tutamdan fazla kekik ve biraz da zeytinyağı ilave edip karışım haline getiriyoruz.
 
Fırınımızı 200 derecede ısıtıyoruz. Fırın tepsimize pişirme kağıdımızı seriyoruz. Pişirme kağıdına patlıcanlarımızı dizip bir güzel zeytinyağlıyoruz. Sonra içlerine hazırladığımız karışımı dolduruyoruz. Üzerilerine biraz karabiber serpip en son biberiye tutmalarımızı ilave edip fırına veriyoruz.
 
Patlıcanların iyi işmesine dikkat etmelisiniz! Yaklaşık bir 30dk kadar fırında durmalılar, duruma gore sure uzayabilir de.
 
Buarada ben yemeği pişirdikten sonar iki şey aklıma geldi; 1. Bu karışma ceviz de güzel gidebilirdi. 2. Patlıcanı servis etmeden once hafif sarımsaklı domates sosu da eklenebilir.
 

Afiyet Olsun !

 

YEMEK

Mekan Önerisi; Taksim Gezi Parkı !


Hikayesi:

“Bu yazıyı sadece halktan biri olarak, T.C. Anayasası’nın “Düşünceyi Yayma ve Açıklama Hürriyeti” başlığı altında bulunan 26. maddesine dayanarak yazmaktayım ve yayınlamaktayım.”
Hukuk Fakültesi’ne gittiğim yıllarda, okulumuz Dolapdere’de olduğu için çok sık geçerdik Taksim’den de, Gezi Parkı’ndan da… Hep oradaydı ya nasıl olsa, önemsememişiz şehrin göbeğindeki ağaçların varlığını… Bir sabah uyandık ve dediler ki artık orada o ağaçlar olmayacak… Yerine yine betondan kaleler dikeceğiz… O zaman bir kaç doğasever ve bilinçli insan gidip kitaplarını o ağaçların gölgesinde okuyarak durumu protesto etmek istedi. Tek silahları akılları ve ellerindeki kitaplarıydı… Ne olduysa o zaman oldu… Hiç kimse bugün o ağaçların gölgesinde binlerce çadır kurulacağını, gece gündüz insan seli oluşacağını tahmin etmezdi… Çünkü “ağaç” ile başlayan protesto, halkın refahını sağlamakla görevli olan kolluk kuvvetlerinin orantısız güç kullanımı ve iktidarın bunu desteklemesiyle “özgürlük” direnişi halini aldı… Bir sabah uyandık ve insanların öldüğü haberini aldık… Derken olaylar çorap söküğü gibi gelişti… 

Türkiye’de 70-80 kuşağında acılar çekmiş, korkutulmuş bir neslin çocukları olarak bizler, hep apolitik bir duruş sergiledik. Korkutulmuş anne babalarımız da sistem de böyle yetiştirdi bizi. Ama bir yandan da kendimizi başka alanlarda geliştirdik. Bilimle, sanatla, kültürle donattık dört bir yanımızı… Bu nedenle de aslında bir çok şeyin farkında olarak büyüdük. Dünyayı takip ettik, okuduk, sosyalleştik ve büyüdük… O yüzden kendimizi bir çok idareciden akıllı ya da masum görüp hiç bir siyasi partiye oy veremedik belki de… Ya da inanarak veremedik diyelim… Çünkü samimi bulmadık… Bugün artık Taksim-Gezi Parkı’nda yaşananlar anlatılacak bir hikaye değil, hepimiz için ders alınacak bir tarih olarak yazılmalıdır… 
Biz de bu tarihe tanıklık etmek adına B. ile Gezi Parkı’na gittik. Gördüklerimiz bize anlatılanlardan çok farklıydı. Gezi Parkı bugünlerde, yardımlaşmaya, dayanışmaya, sevgiye, bir olmaya, öteki olmamaya, özgürlüğe, kardeşliğe ev sahipliği yapıyor. Eğer bugüne kadar hiç gitmediyseniz, sadece o ortamı görmek üzere mutlaka bir defaya mahsus bile olsa gitmenizi tavsiye ederim. Özgür bir birey olarak, kendi düşüncelerinizle var olanı yorumlayabilmek adına… İşte tam da bu nedenle, B. ile parkın içerisindeki binlerce tanımadığımız insan arasında el ele durduk; B. elimi sımsıkı tutuyordu… ve hiç bırakmazdı biliyorum!
Sevgiler

Not: Fotoğrafların tüm telif hakları sevgili arkadaşım Işıl Ataker’e aittir. Kendisine teşekkür ederim.

 


 


YEMEK

Heybeliada Keşfi; Luz Cafe

Hikayesi:

 
Şimdi sizi biraz eskilere götüreceğim… Kimimizin çocukluk zamanına kimimizin ise gençlik yıllarına… Ananelerimizin buldukları yağ,yoğurt ve salça kaplarına ektikleri çiçeklerle balkonlarında seracılık yaptıkları zamana… Bakkallarda renkli renkli topların, “çiklet” ve “çukulata”  satıldığı zamanlara… Şimdilerde özlediğimiz bir çok şeyin var olduğu zamanlara… 

 
Kimseye bahsetmesem de ananemi gece rüyalarıma sıklıkla girecek kadar özlediğim şu günlerde, daha önce hiç gitmediğim Heybeliada’ya yine B. sayesinde gitmiş oldum. B. nin lise arkdaşı T. ve onun tatlı kız arkadaşı K. ile 23 Nisan tatilinde atladık vapura ve adaya gittik. T. zaten adalı sayılıyor, çocukluğu orada geçmiş yazlıkları olduğu için. Biz de gerçek adalı biriyle gittiğimiz için çok şaslıydık aslında. Sokaklarda kaybolurken rastladığım bu tatlı kafe hemen ilgimi çekti. İçeri attım kendimi, elimde fotoğraf makinam…İçeride oturan genç bayanlardan izin alıp sizler için bu fotoğrafları çektim. Oturup bir şeyler yeme içemeye vaktimiz olmadı. Ama konsept zaten beni benden almıştı.

 
Bir dönemin klasiği, beyaz ferfoje sandalye – masa takımları…

 
Mekan tamamen eskilerin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş.Herşey hatıra kokuyor…

 
Peki ya sizin evinizde televizyonun üzerine dantel asılır mıydı? 🙂

 
Bu da mekanın mutfak kısmı… Gördüğünüz gibi telefon dahil her türlü obje bize kendimizden birşeyler hatırlatıyor…

Mekanda aynı zamanda el yapımı bazı ürünler de satılıyor… Sabun ve defter gibi… Fotoğraftakiler defterler, hemen hemen her esnaf için bir adet mevcut 🙂 Bayıldım!
 
 
Olur da Luz Cafe’ye uğrama şansınız olursa,  benim yerime de mutlaka bir keyif kahvesi için…
 
 
 
 
Sevgiler
Özüm
YEMEK

Mürekkep Balıklı Spaghetti


Hikayesi:

B. ile geçen yaz gittiğimiz Dubrovnik tatilinde, keyifle yedikten sonra kapkara olan dillerimize bakıp gülmemize neden olan Mürekkep Balıklı Spaghetti ile karşınızdayım bu sefer…
 
Ne zamandır bir şeyler yapamıyordum, mutfağı özlemiştim, birileri gelse de mutfağa girsem diye avcumun içi kaşınıyordu resmen. Nitekim geçen Cuma akşamı B. nin liseden arkadaşları S. ve T. konuğumuz oldu.
 
Venedik seyahati sırasında marketin birine dalıp aldığımız mürekkep balıklı spaghetti artık denenmeliydi!
 
S. ve T. lise aşkını evlilikle devam ettiren azınlıktan… Aynı dili konuşan, biri hık dese diğerinin gözünün ucuyla cevap verdiği türden bir çift… Hani böyle tabu gibi oyunlarda aynı gruba koymamanız gereken türden… Tatlı tatlı hala aşklarını yaşayan, oldukları gibi görünen bir çift.
 
S. ve T. yi beklerken dayanamayıp B. ile açtık şarabımızı, tırtıklamaya başladık peynirlerimizi… Pek konuşmadık aslında, halimiz mi yoktu bilmem. Ama aynı çatı altında olmak yetiyordu sanki o anda. Ben mutfakta iş yaparken, onun da mutfak masasında oturup şarabını yudumluyor olması, hala orada olması, yanımda olması yetiyordu. Biz de olmuş muyduk acaba konuşmadan anlaşabilen çiftlerden? Bunun için yıllardır yan yana olman yeterli mi? Yoksa kalpten bakınca da tanır mısın karşındakini? Gerçekten bakıyor muyuz karşımızdakine? Sanırım B. ile bizim bile bilmediğimiz bir zaman kadar önceden beridir bakıyoruz birbirimize… Zaman dediğin nedir ki gelir geçer, önemli olan nasıl geçtiği derler ya hani, işte öyle… İlk günkü gibi heyecanlı ama ilk günkünden çok daha güçlü…
 
Tüm sevdiği hık demeden gözünün ucuyla cevap verebilenlere gelsin o zaman ! 🙂
 
Sevgiler
Özü
 
 
 
Malzemeler:
 
 
500gr Mürekkep Balıklı Spaghetti
300-400 gr Karides
10 Adet Cherry Domates
Parmesan Peyniri
1 Kaşık Tereyağı
2 Diş Sarmısak
Bir çevirmelik kadar Beyaz Şarap
Tuz
2 Çorba Kaşığı Pesto Sos
 
 
 
 
 
Yapılışı:
 
 

Herşeyden once Dubrovnik’ten aldığımız kırmızı şarabımızı açıp havalandırdık… Ama aslında bu yemekle size beyaz şarabı kombine etmenizi tavsiye ederim.

Bir yandan da çok sevdiğim ve yaz salatası diye adlandırdığım kısaca marulsuz, roka,reyhan ve naneden oluşan salatamızı yaptım. Üzerine az domates, biraz ceviz, nar ekşisi ve parmesan peyniri ilave edip servise hazır hale getiriyorum. Çok lezzetli oluyor tavsiye ederim!

 
Bir tencerede makarna için suyumuzu kaynatıyoruz. Ardından makarnamızı suya tuz ilave edip içine atıyoruz. Diğer yandan bir tava içerisinde tereyağımızı eritip, sarmısaklarımızı rendeleyip üzerine karideslerimizi atıyoruz. Karidesleri hafif kızarttıktan sonar biraz tuz ve pesto sosumuzu ilave ediyoruz. Son olarak şarabımızı gezdirip cherry domateslerimizi ekliyoruz. Mutfak mis gibi kokuyor 🙂
 
Son olarak, yaklaşık 7-8 dk sonrasında makarnamızı süzüp sosumuzla karıştırıyoruz. Servis etmeden once de üzerine parmesan rendelemenizi tavsiye ederim.
 
Afiyet olsun!
Özüm
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 


 

YEMEK

Ispanaklı Peynirli Börek

Hikayesi:


Yıl olmuş 2013 ama ne çizgifilmlerin ne dizifilmlerin  temel konusu değişmedi… Kadın-erkek ilişkileri…
 
Hadi biraz çocukluğumuza dönelim… 80’lerin sonu 90’ların başında çocuk olmak deyince ilk akla gelenlerden olsa gerek ‘Temel Reis’… Bir çok çocuğun ıspanakla arasının düzelmesine neden olan o harika karakter… Bir tarafta da garibim Safinaz ve Kabasakal… Çocukluğumuzdan beri beynimize empoze edilen şu kadın profili vardır ya hani, Temel Reis’i seven ama Kabasakal’ın yaptıklarına da koy yan cebime deyip, iki erkeğin onun için savaşmasına bayılan… Ya da hep bir prens vardır mesela, kötü durumlardan seni kurtaran… Yani o çok kıymetli ayakkabımızı bile kaybettiğimizde gerekirse diyar diyar gezip bizi bulup getiren… Hani biz kendimiz gidip yeni bir çift daha alamıyoruz çünkü… Etrafımızda onca periler, büyücüler, bir çift ayakkabı daha isteyemiyoruz! Pes… 🙂 O Zeyna’lar falan çok sonra çıktı… Feminizmin etkisiyle midir yoksa güçlü kadın profilinin erkeklere artık daha çekici gelmeye başlamasından mıdır bilinmez, bir anda etrafımızda ‘hiyaaayyt’ diye bağıran, oradan oraya zıplayan, güzel kadınlar sarmaya başladı… Sonra anladık ki bunun da bir ayarı olmalı (erkeğe şiddet artmış olsa gerek), ne yapsak ne etsek diye düşünürken kadının aklını ön plana çıkaran hikayeler yazılmaya başladı… O dedektif,polis,avukat kadınlar sonra çıktı… Ama sabit olan tek şey o kadın için çırpınan bir erkek, tabiki kötü bir kadın ya da adam daha… Gerçek hayatta nasıl dönüyor işler? Kimimiz Safinaz, kimimiz hala Zeyna, kimimizse Ally McBeal ya da Carrie Bradshaw… Benim tüm bu hikayelerden anladığım tek şey o dur ki “Hayatta her işini kendin yapacaksın, beklenti hayalkırıklığı yaratıyor neticede.” O yüzden sen beklemeyeceksin ayakkabının diğer teki kaybolduğunda bir prens bulur getirir diye, gidip kendin alacaksın, ha olur da getirirse bu da sana hayatın süprizi olur, sevinirsin yaşarsın…



Nereden nereye… Ben de Temel Reis’ine hasta bir Safinaz olarak ıspanağı pek seviyorum…Hele börek haline bayılıyorum. Bir haftasonu B. ile evde vakit geçirirken yanında soğuk ayran ile keyif yaptığımız Ispanaklı Peynirli Börek işte karşınızda…


Afiyet olsun 🙂
Özüm


Malzemeler:

4-5 Adet Yufka
2 Yumurta
1,5 Bardak süt
Çörek Otu
Tuz
Karabiber
1 kg Ispanak
1/2 kalıp beyaz peynir
Zeytinyağı


Yapılışı:

Fırınımızı 180 dereceye getiriyoruz.

Bir tavada az zeytinyağı ile ıspanaklarımızı ince ince kıyıp kavuruyoruz. Yeşilliği çok solmadan ama yeterince yumuşayınca üzerine tuz ve karabiber ekleyip tavanın altını kapatıyoruz.

Diğer tarafta bir kasede süt, 2 çorba kaşığı zeytinyağı ve yumurtaları çırpıyoruz.

Fırın tepsimizin altını yağlıyoruz. Üzerine bir adet yufkamızı yayıyoruz. Üzerine kaseeki sosumuzdan yayıyoruz. Üzerine 1 adet yufkamızı ikiye bölüp kırıştırarak iki yarımı da seriyoruz. Bu katın üzerine ıspanaklarımızın yarısını ilave ediyoruz. Aynı şekilde kalıp peynirimizin yarısını da rendeliyoruz.

1 adet diğer yufkayı da alıp aynı şekilde ikiye bölüp kırıştırarak seriyoruz. Üzerine kasedeki karışımdan koyuyoruz sonra aynı şekilde ıspanakların geri kalanını seriyoruz ve peynirin tamamını rendeliyoruz.

En son kalan yufkayı da bütün olarak son katın üzerine seriyoruz. En alttaki yufanın kenarlarda kalan kısımlarını da bu katın üzerine bohça gibi kapatıyoruz.

Kasedeki son kalan karışımın tamamını bu katın üzerine sürüp en son çörek otlarını serpiştiriyoruz.

Fırına verdiğimiz böreğimizi, 20dk kadar sonra soğuk ayranımızla beraber bir güzel yiyoruz 🙂

Afiyet olsun

Özüm




 

 

YEMEK

Romantik Kahvaltı; La Vie En Rose

Hikayesi:
Siz hiç bir şeye körü körüne inandınız mı? 
Geçen gün B. bana bir hikaye anlattı… Adam daha çocuk… Adam daha hayatta pek bir zorluk görmemiş… Adamın kafa rahat… Adam hayatına meşkale arıyor… Adamın meşkalesi aşk oluyor… Adam kalbine, midesine kelebekler konduruyor… Tüm dünyaya karşı inatla o kelebekleri yaşatıyor… Hayretler içinde dinliyorum… Anlattığı hikaye iyi mi kötü mü onu bile anlamıyorum… Ama sonra Adam büyüyor… Adam seviyor… Adam sevmeyi öğreniyor… Adam büyüyor… Adamın kalbi hep çocuk, Adamın kendi büyüyor… Adam olduğu gibi görüyor herşeyi… Pembe değil… Herkesle aynı görüyor… Bu yüzden kimseye karşı bir şey savunmasına gerek kalmıyor…  Adam bu sefer gerçeği seviyor… Sevdiğini söylüyor… 

Geçmişimiz değil mi bugün bizi biz yapan? Bugün birini seviyorsan yüzündeki tüm çizgilerle sevmiyor musun? O çizgiler geçmişten gelmiyor mu? Bugün bildiklerin, dünden gelmiyor mu? 


***

Geçen gün arkadaşım A. bir hikaye anlattı… Kadını hayat pek bir yormuş, o yüksek plazalara sıkışmış, iki cam duvar arasında, “open door policy” e uygun bir aşk yaşamaktan bıkmış… Sonunda özgür kalmışlar… Kadın başka yüksek bir plazaya, adam başka yüksek bir plazaya gitmiş… Tam kavuştuk derken, bu sefer aşkları yollar, sokaklar, semtler arasında sıkışmaya başlamış… Kadın korkmuş… Adama bunu söylediğinde Adam ise elini tutmuş… Kadın güçlenmiş… ve Kadın sormuş “Tüm gün birbirinden ayrı hayatlarda boğuştuktan sonra, akşam eve gelip omzunda huzurdan uyuya kaldığına ne denir?”
***
Ey okuyucu! Defalarca sildim yazdım bu satırları… Nasıl başlasam ne yazsam bilemedim sanırım… Şuan B. yanımda PS oynuyor, bense yanımda bir kadeh Bozcaada şarabı bu satırları yazıyorum… Üstelik 1,5 aylık bir aradan sonra… Geçirdiğim zorlu günleri unutarak… Bozcaada tadı damağımda huzura eriyorum… B. de yanımda…

Her ay başında merakla okuduğum saygı değer Susan Miller demişti, ey Koç burcu! Mart ayı senin 2013’teki en zor ayın, biliyorum 2012 kapanışı da şahane değildi ama dayan! Az kaldı… 

Dayandım…

Nedir ki derdimiz? Sağlıklıyız… Bir dalda bir salkım üzüm olmayı başarmışız… Vaktinde toplanırsak iyi de şarap oluruz… Ohh miss! Belki bir Ada şarabı oluruz ve mutfakta huzur bulan bir küçük kızın sofrasına konuk oluruz…

Ben ki bu salkımda bir küçük üzüm tanesiyim, yanımda sevdiklerim, önümde yeni maceralar… Biraz ekşi, biraz tatlı… Merlot? Yok yok, olsa olsa güzel bir Blush olurdu… Yaz gecelerine can veren… Benimle bu salkımı oluşturan tüm üzüm taneleri… İyi ki varsınız… 

B.,

Teşekkürler…
***
Ben oturmuş evde şarap olmayı beklerken, B. tuttu elimden ve ne zamandır dilimde olan şu meşhur “La Vie En Rose” a götürdü beni…

Yeniköy sahilinde, Sait Halim Paşa Yalı’sının çapraz karşısında yer alan bu şirin cafe, sizi Fransız kimliğiyle kapısından itibaren selamlıyor…
Mekanın girişindeki büyük masanın arkasındaki bu dekor çok başarılı…

Masaya oturduğunuz anda sizinle dikkatli şekilde ilgilenen çalışanlar, ara ara mutfaktan çıkan mekan sahibesi Fransızların şirin ama soğuk atmosferlerine Türk sıcaklığı katıyorlar.

 

Servis edilen ekmekler sıcacık ve tamamen orada özel olarak yapılmıştı.
B. ile kendimize çektiğimiz ziyafet işte böyleydi 🙂 Kahvaltı tabağı, o çok methini duyduğumuz ve yedikten sonra sonuna kadar hak verdiğimiz Menemen ve son olarak olmazsa olmaz Eggs Benedict!
İki kişi için üm bunlar fazla geldi 🙂 Ama ben sizlere yazmak istediğim için denemek de istedim açıkçası…

Eggs Benedict’in sosu oldukça güzeldi… Ama ekmeği biraz soğuktu…
Oturduğumuz masanın hemen yanındaki manzara… 🙂

Bunlar da karşımızdaki manzara…
La Vie En Rose sadece kavaltı için değil, bu muhteşem tatlılar denemek için de ideal bir mekan…
Mekan sahibesinden öğrendiğimiz kadarıyla Nisan aynın ilk haftasından sonra bahçe kısmı ile de hizmet vermeye başlayacak… Bu muhteşem ağacın çiçeklerinin açmış halini görmek istemez misiniz? 
La Vie En Rose ; Köybaşı Cad. No.80, 34464 Yeniköy/İstanbul
Sevgiler
Özüm
YEMEK

Küçük İtalyan; Bruschetta !

Hikayesi:


Ne kadarlık ömrün olduğunu bilmediğin şu hayatta, o çok kıymetli zamanının %70’ini geçirdiğin ofis dediğin o yer, ortam, insanlar ve elbette uğraştığın saçmalıklar ya da seni mutlu eden başarılar bir bakıyorsun ki seni kendinden uzaklaştırmaya başlamış. 
 
Hani günlük konuşmalar vardır ya hayatımızda, içinde dert olmayan ya da bir hikaye olmayan, havadan sudan konuşmalar… Onların ne kadar azaldığını farkettim hayatımda… İnsanlarla mı konuşmuyorum acaba diye sordum kendime… Ya da konuşacak başka şeylerim vardı da bir hatır sormayı mı atladım acaba… Çok mu şikayet ediyoruz halimizden? B. ile günlük o basit konuşmaları yapmayı özlüyorum bazen mesela… Ama sonra, tüm gün ayrı hayatlarda boğuştuktan sonra, akşam aynı evde buluşup omzunda huzurdan uyuyakalıveriyorsun ya… O zaman herşey geçip gidiyor.
Tam da böyle bir zamanda, B. ile program yaptık bavulumuzu toplayıp kaçmak için… İkimizin de “biz”e ihtiyacı vardı çünkü. İtalya kulağa hoş geliyordu… Soğuk da olsa, güzel bir yemek yanında güzel bir İtalyan şarabı “yeniden başlama ” butonu yerine geçebilirdi… Aldık bileti hiç düşünmeden. Haftaya bugünün hayalini kurarken, içimdeki kelebekler tuttu kolumdan beni götürdü Bozokbağ‘ına… 🙂 Çok masalsı oldu biliyorum. Ama evde yapılmış güzel bir bruschetta için gerekli en iyi malzemeleri toplamak gerekiyordu. Kokusu Eceabat’tan gelen domates ve zeytinler gibi… Siz Kilye‘yi hiç duydunuz mu bilmiyorum? Duymayanlar için kesinlikle tavsiye ederim. Tesadüfen tanıştığım bu markanın ürünleri tamamen organik olmasıyla ünlü. Örneğin domatesler Eceabat’ta teyzeler tarafından toplanmış, bir güzel doğranmış ve sadece kavanozlanmış. Kavanozu açtığınızda mis gibi domates kokuyor… Artık köy pazarlarına gitmediğiniz sürece böyle kokular duymanız çok zor. Kilye’nin sevdiğim diğer tarafı da bana Bozcaada’yı harlatması oldu… Kokusunda o yöre var… Zeytinyağını dökerken bile yaz kokusu geliyor burnunuza… Pırıl pırıl deniz kıvamında… Hal böyleyken, ben de düşünmeden malzemelerimi aldım. 
 
İşten yorgun argın gelmiş olmamıza rağmen 15dk da hazıladığım bruschettalar ile kendimize geldik… 
Herkese Afiyet Olsun!
Sevgiler
Özüm

Kilye ürünleri için: http://www.kilye.com.tr/ 

Malzemeler:
Kilye Doğranmış Domates
Kilye Yeşil Zeytin Ezmesi
Kilye Siyah Zeytin Ezmesi
Kilye Siyah Zeytin
Kilye Zeytinyağı
Sarımsak
Baget Ekmeği
Reyhan
Roka
Parmesan Peyniri

Yapılışı:




Fırınımızı önceden ısıtıyoruz.

Baget ekmeğimizden bir kaç dilim kesiyoruz.

Zeytinyağımızı ve 2 diş sarmısağı ezip karşıtırıyoruz. Sonra bir fırça yardımıyla ekmek dilimlerimiz üzerine sürüyoruz.

Ekmeklerimizi bu şekilde üzerleri kızarıncaya kadar fırınlıyoruz.

Bir yandan bir kase içerisine domateslerimizi,doğranmış roka ve reyhanımızı, zeytinlerimizi ve en son da bir parça yine zeytinyağımızı karıştırıyoruz. Birz karabiber ve tuz da ilave ediyoruz. Dilerseniz nar ekşisi de ilae edebilirsiniz.

Yaklaşık 15 dk sonra kızaran ekmeklerimizi alıp üzerlerine zeytin ezmelerimizi sürüyoruz. Ardından yapmış olduğumuz karışımı koyuyoruz. En son parmesan dilimleri ile son dokunuşu yapıp servise hazırlıyoruz.


Afiyet olsun !

Özüm












YEMEK

Karaköy Keşfi; OPS Cafe !

Hikayesi:

Güneşli bir Pazar günü, evden apar topar çıkıp, uzun zamandır göremediğimiz dostlarımızı görmek için Karaköy’e atık kendimizi… B. nin lise arkadaşı T. ve onun kız arkadaşı K., geçtiğimiz yazdan beri çift olarak buluşup aktivite yapmaktan zevk aldığımız iki şeker insan… Yine onların teklifiydi Karaköy… Aslında ne zamandır B. ile aklımızdaydı… Bir Karaköy bir de Galata keşfedilmek için bizi bekliyordu… Ama haftasonları üzerimize çöken yorgunluktan Sarıyer-Levent arasında bir yerlerden uzağa gidemiyorduk bir türlü… Vesile oldu… İyiki de gitmişiz… Hem harika yerler keşfettik hem de B. ile ne zamandır özlediğimiz o bohem günlerden birini yaşamış olduk…

Kahvaltı için arkadaşlarımızın seçtiği mekanın adı OPS Cafe idi… Daha önce bir çok kez Times Out dergisinde gördüğümüz ama bir türlü gitmeye kısmet olmayan OPS Cafe’nin küçük ama sıcak ortamı çok hoşumuza gitti.

Fonda çalan jazz parçaları, duvardaki renkli tablolar ve loş ışıklandırma eşliğinde harika bir kahvaltı bizi bekliyordu.

 

Kahvaltı tabaları 2 kişi için oldukça ideal. Yumurtalı ekmekten krebe kadar bir çok seçenek var. O gün canınız tatlı mı tuzlu mu ağılıklı yemek istiyor ona göre bir tabak seçebiliyorsunuz. Ayrıca tabaktaki herhangi bir şeyi değiştirmek istediğinizde büyük bir nezaketle tabi diyorlar…

Otlu peynirli omlet gerçekten başarılı! Kesinlikle tavsiye ederim…

Poğaçaları menüde bulamıyorsunuz, ayrıca sormanız lazım. Dereotlu peynirli bu poğaçayı mutlaka denemelisiniz… Yumuşacık…
 
 
Mekanda en çok dikkatimi çeken ve hoşuma giden dekorasyon detayı ise bu küçük ağaç oldu. Taş duvarın köşesinde, kasalardan yapılmış saksısı ile mekana çok şirin br hava katıyor.Ayrıca kasalardan saksı yapma fikri de şahane! 😉
 

Karaköy’de keşfedilecek daha bir çok yer var… Keşfettikçe ben de büyük bir zevkle sizinle paylaşacağım 🙂 OPS Cafe’yi ister arkadaşınızla kahve eşliğinde sohbet etmek için, ister kahvaltı için isterseniz kalabalıktan kaçmak için aradığınız huzur durağı olarak kullanabilirsiniz… Biz çok sevdik, umarım siz de seversiniz!

Sevgiler

Özüm


http://www.opscafekarakoy.com/
(Karaköy Simitçisi’nin hemen yanı)