Browsing Tag

kucuk martha

HAMİLELİK

DOĞUM HİKAYEMİZ

37. Hafta kontrolümde doktorum suyumun azalması nedeniyle o gece hastaneye yatmam gerektiğini söyledi. 20 Mart Çarşamba akşamı hastaneden eve gelip hazırlanıp yeniden hastaneye dönmemiz için sadece 4-5 saatimiz vardı.

Önce bir ağladım… Hıçkıra hıçkıra… Korkmuştum… Ya Ada’ya bir şey olursa? Hüzünlenmiştim… Hamileliğin sonuna gelmiştim… Heyecanlanmıştım… Çünkü sonunda Ada’ya kavuşacaktık… Bir devrin sonu gibiydi bir yandan da… Meğer bir gece önce evimizde iki kişi olarak son uyuyuşumuzmuş… Son kez iki kişi olarak yemek yemişiz… Sanki haberimiz olsa farklı birşey yapacakmışız gibi… Kafamdan geçenler, hormonlarla iki katı büyüktü adeta… Sonra sakinledim… Bu sefer içimi bir mutluluk kapladı… Ada’nın odasına girdim, beşiğine baktım… Karnıma elimi koydum, gözlerimi kapadım ve “Benimle bu yolculuğa çıktığın için çok teşekkür ederim, seni her gün burada hayal ettim Ada kızım… Çok az kaldı, seni bu odada kucağımda tutacağım.” diye Ada ile konuştum.

Apar topar bavul hazırladık. Baransel dedi ki “Özücüm seyahate çıkıyormuşuz gibi düşün. Bu bizim en güzel yolculuğumuz ve onun için bavul hazırlıyoruz.” Böyle düşünerek kitaptan hoparlöre, atıştırmalıktan sevdiğim kremlere kadar bir sürü şey aldım yanıma. Bir yandan da organizasyon yapmaya çalışıyordum. Ailelere haber verdikten sonra ilk iş Baldan’a (Baldoğum) mesaj atıp durumu haber verdim ve ertesi gün bizimle olup olamayacağını sordum. Şansımıza ertesi gün Perşembe idi. Yani Baldan’ın tek boş olduğu gün! Ayarlasan olmaz denir ya, aynen öyle denk geldi. Öbür yandan doğumumda ebem olmasını istediğim sevgili Nevcihan’la (Nevcihan Uygunol) konuştum. O akşam şansıma nöbetçi olduğunu söyledi. Daha iyi ne olabilirdi ki?! Sonrasında da hemen fotoğrafçımız Alev Durmuşoğlu‘na mesaj attım ve o da yine şansıma Perşembe günü Acıbadem Maslak’ta bir çekimi olduğunu söyledi, dolayısıyla bizimle hastanede kalabilecekti. Her şey tıkır tıkır ilerlemeye başladı. Kız kardeşim uçaktan indi ve o gece hastaneye yatacağımı öğrendi. Herkes çok heyecanlı ve mutluydu. Kız kardeşimin gelişi bile çok tesadüfi oldu. Sanki Ada kendi geleceği günü, tüm evrenle işbirliği yaparak gerçekten kendi seçmişti.

21 Mart Perşembe günü 01:00’de Acıbadem Maslak Hastanesi doğum katında yatışım başladı. Nevcihan her şeyimizle o kadar güzel ilgilendi ki, bana tüm süreci çok güzel anlattı, tüm kontrollerimi bizzat kendi yaptı. Hastanede yatış başladığı andan itibaren artık çok rahattım. Öyle ki Baransel bana “Özüm sen doğumu kafanda bitirmişsin, çok net ve kararlı geldin.” dedi. Evet öyleydi… Bundan sonrası benim için bedenimle çıkacağım bir yolculuktu. Baldan’dan aldığımız eğitim sayesinde bedenime aşama aşama ne olacağını çok iyi biliyordum. Ne zaman ne yapmam gerektiğini de… İhtiyacım olan herkes ve her şey yanımdaydı… Kısacası bana sadece Ada’yı sağlıkla kucaklamak kalmıştı.

Yatıştan hemen sonra Nevcihan rahim ağzıma minik bir ilaç yerleştirdi. Bu ilaç rahim ağzımı hareketlendirerek doğumu başlatmaya yarayacaktı. Sabaha kadar 3 saatte bir olmak üzere 2 defa bu ilaçtan konulacaktı. İlk ilaç yerleştirildikten sonra enerji toplamak için hemen uykuya geçtik. Sabaha karşı ikinci ilacı yerleştirmek üzere yeniden geldiler. Ama tüm gece Baransel de ben de güzel uyuduk. İkimiz de çok motiveydik. Sanki ertesi gün önemli bir maçımız varmış gibi enerji topluyorduk 🙂

Doğumla ilgili izlediğim hypnobirthing videolarından birinde konuşan uzmanın şöyle bir cümlesi vardı ve beni çok etkilemişti “Doğum bir insanın hem en ilkel hem en mahrem yaşadığı üç şeyden biridir. Diğer ikisi insanın tuvaletini yapmas ve cinsel ilişkiye girmesi. Bu üçü birbirine çok benzer. O nedenle kişi doğum esnasında nasıl bir ortamda ve hangi şartlarda daha rahat olacağını diğer ikisindekilere göre değerlendirebilir. Mesela ortam karanlık mı olmalı, odada hoş bir koku mu olmalı, müzik mi çalmalı vs. gibi.” Ben bunu düşündüğümde benim için önemli olan şeyleri de Nevcihan’a söyledim. Mesela ışık beni çok rahatsız ediyordu. Kesinlikle hastanenin beyaz ışıklarını tepemde istemiyordum. Odayı ev gibi düşünmeliydim. O yüzden tüm gün yattığım odanın perdeleri kapalı ve çok az ışık açık şekilde kaldı. Hastane önlüğü asla giymek istemedim. Yanımda tüm önden düğmeli gömlek geceliklerimi götürdüm. Doğuma da bu gömlek gecelikle girmek istedim. Kendi ev terliklerim, oda kokusu, sevdiğim şarkıların tüm gün ve hatta doğumda bile çalması için bir hoparlör… Doğumhanenin ışıklarının da kapalı olmasını, sadece doktorun bebeği görebileceği bir ışığın açık olmasını istedim. Tabi ki bir de az ve öz insan. Yanımda tüm gün sadece Baransel, Nevcihan ve Baldan olacaktı. Doğum gerçekleşene kadar kimsenin gelmesini istemedik.

Doğum öyle birşey ki, tüm çıplaklığınla, tüm ilkelliğinle, tüm utancını, tüm korkularını geride bırakıp, dünya umurunda olmadan gerçekleştirdiğin, bir kadının bedeninin neler yapabileceğini görüp bebeğinin ilk nefesiyle yeniden doğması aslında.

Sabah 08:00 civarı ilk dalgalarım gelmeye başladı. Artık doğum resmi olarak başlamıştı. Çok ama çok mutluydum. Bir an bile korkmadım. Ada’nın kalp atışlarının sürekli takip edilmesi gerektiği için sürekli NST’ye bağlı kalmam gerekiyordu. Bu durum biraz hareketlerimi kısıtlasa da, aralarda tabi ki egzersizler yapmak ya da duşa girmek için NST’den ayrıldım. Tüm gün yeme & içme serbestti, bu da beni çok rahatlatan bir konu oldu. Kısacası ortam benim için inanılmaz rahattı. O nedenle kendimi evimde gibi hissettim ve hiç stres olmadım. Zamanın çoğunu da sohbet ederek ve eğlenerek geçirdim. Dalgalar her geldiğinde tüm hamileliğim boyunca yaptığım yoga ve nefes çalışmalarından öğrendiğim tekniklerle bedenimi rahatlattım. Açılmalarım da bu sayede çok hızlı ilerledi. Normalde kafamda 5 cm civarındayken epidüral almak vardı. Ancak 5 cm de hissettiğim dalgalar benim normalde her ay yaşadığım regly sancılarına benzediği için çok kolay bir şekilde baş edebildim. Bütün bu sürede Nevcihan’ın “Harika gidiyorsun, süpersin!” desteği ise çok motive etti beni. İşler sandığımdan kolay ilerliyordu ya da yıllarca izlediğimiz filmlerdeki doğum dalgaları anlatıldığı kadar da kötü değildi. Tüm bunlar beni daha da çok cesaretlendirdi. Tüm süreçte doktorumuz Cem Bey de sık sık beni kontrole geldi ve Nevcihan’la sürekli iletişim halindeydi. Onun varlığı zaten başından beri bize hep çok iyi geldi! 🙂

Açılmam yaklaşık olarak 7 cm’e ulaştığında ise doktorumuz Cem Bey beni yeniden muayeneye geldi ve Ada’nın kafasının üst kısmıyla değil kafasını hafif kaldırarak alın kısmıyla rahme dayandığını (oksiput posterior) tespit etti.Bu sürece kadar da kesem hala patlamamıştı, o nedenle o muayenesinde doktorum eliyle kesemi patlattı ve bu noktadan sonra benim için birşeyler değişti. Hem canım çok acıdı hem de bu müdahele biraz travmatikti. Bacaklarım zangır zangır titredi ve hüngür şakır ağlamaya başladım. Salgıladığım adrenalinle beraber ise midem bulanmaya başladı. Biliyordum ki mide bulantısı ve hatta kusma doğumun habercisidir. O nedenle paniklemedim ama bedenimde hissettiğim dalgalar da bir anda değişmeye başladı ve ben ağladığım için nefesimi kontrol etmekte zorlandım. Sonunda 8 cm’e geldiğimde ise epidüral istedim ve epidüral aldım. Bu sırada doktorum “Ada’nın kafasının normale dönmesi bir kaç saat içinde muhtemelen gerçekleşecektir ama gerçekleşmezse elle müdahale edeceğim ya da sezeryan seçeneğini konuşacağız.” dedi.

Ben epidürali alınca sakinledim ve yine normale döndüm. Bu sırada Baldan “Ben birşey denemek istiyorum Özüm, evde yaptığımız anne & bebek meditasyonunu hatırlıyor musun? Onu denemek istiyorum.” dedi. Ben de “Tabi ki!” dedim.Sonra yaklaşık 20 dakika boyunca hayatımda hiç yaşamadığım bir derinlikte meditasyon haline büründüm. Bu meditasyonda Baldan’ın yönlendirmesiyle rahimde Ada ile buluşup ona kafasını nasıl poziyonlaması gerektiğini gösterdim. Ona tüm kalbimle onu kucaklamaya hazır olduğumuzu ve onu beklediğimizi fısıldadım. Önümüzde daha bir kaç saatimiz olduğunu duyunca Baransel ve Nevcihan bize kahve almak üzere aşağı indiler. Biz de odada Baldan ile yanlız kaldık. Meditasyonun ardından sanırım en fazla 10 dakika geçmişti. Biranda makatımda inanılmaz bir baskı hissettim. Baldan’a “Baldan birşey hissediyorum bu seferki çok farklı” dedim. Baldan da şaşırmış bir şekilde tarif etmemi istedi. “Sanki popomda bir futbol topu var ve baskılıyor.” dedim. Baldan gözlerini kocaman açtı ve “Özüm doğum başladı!” dedi. O sırada Nevcihan içeri girdi ve durumu ona anlatınca elindeki kahveyi hızlıca bırakıp beni muayene etti ve “Özüm Ada geliyor! Seni hemen doğumhaneye almalıyız.” dedi. Herkes çok şaşkındı. Apar topar doktorumuza ve Baransel’e haber verdik.

Elimde kahvem doğumhaneye yürüyerek gittik. O sırada koşarak gelen Baransel’e Nevcihan önlüğü fırlatıp “Hadi hemen giy, doğuma gidiyoruz” dedi. Her şey o kadar hızlı gelişti ki! Doğumhaneye girdiğimizde Baransel’in elinde koşarak odadan aldığı hoparlör ve telefon, benim elimde kahvem, bir yandan da biran önce gelmek isteyen Ada’nın içimde yarattığı heyecan vardı. Oturacağım koltuğu hazırlarlarken titremeye başladığımı hatırlıyorum. Korkudan değil tamamen fiziksel bir tepkiydi. Bedenim sonuna kadar yapması gereken her şeyi yapıyordu. Bense artık o sürekli bahsettikleri trans haline geçmiştim.

Koltuğa oturduğumda ise bu işin çok kısa süreceğini çok iyi biliyordum. Doktorumuz Cem Bey’in ve canım hemşirem Özge’nin de bize katılmasıyla doğum başladı. Toplamda sanırım en fazla 4-5 kere ıkınmışımdır. Ve son ıkınmamda o kadar trans halindeydim ki gözlerimi kapatmışım. Bana “Özüm aç gözlerini” diye bağırdıklarında ise karşımda o minik bedeni gördüm. Ada, 21 Mart Perşembe günü 17:49′da dünyaya merhaba dedi!

O sırada fonda Jehan Barbur – Yeni Hayat çalıyordu. Evren yine yapmıştı yapacağını! Sonrasında yaşadığım duygular ve o “kuş gibi” olma halini ise nasıl kelimelere dökebilirim bilmiyorum. 9 Ay boyunca yaşadığımız her an, onca korku, onca heyecan film şeridi gibi gözümün önünden geçti ve artık Ada sağlıklı bir şekilde kollarımdaydı. Ona “Ada!Buradayım annecim buradayım!” dediğimi hatırlıyorum ve Ada’nın benim sesimi duyunca nasıl sakinlediğini ve ağlamayı kestiğini hayatım boyunca unutmayacağım. Sonrasında ise hayatımdaki en kalpten ağlamayı yaşadım.

O nasıl bir ağlama biliyor musunuz, sanki tüm bedenim “Bunu hakettin Özüm” der gibi benimle yağmur sularında yıkanıyor gibiydi. Sanki 34 yıllık ağladım ben… Baransel’le sarıldığımızda bedenlerimizin artık farklı şekilde bir olduğunu hissettim. O kadar büyük, o kadar yüce bir duygu ki! Tarifi imkansız! Allah isteyen herkese ama herkese bu duyguları yaşatsın!

Bir kadın olarak, bedenimin neler başarabileceğni görmek inanılmazdı! O an hem dünyaları sen yaratmışsın gibi bir büyüklük hissediyor, bir yandan da o dünyalar umurunda bile olmuyor.

Doğum bittikten sonra Ada’nın doğumhanede ilk hayati fonksiyonlarının doktoru tarafından kontrol edilmesinin ardından hemen bebek bakım odasına götürülmesini istemedik. Çünkü Golden Hour diye bilinen bebeğin doğduktan hemen sonra anne ve babayla ten tene temas halinde kaldığı ilk saatleri (Altın Saat) yaşamak istedik. Bunun gücüne çok inanıyorduk. Bu talebimizi de doğumhanede dile getirdik ve Ada da hemen bizimle odamıza geldi. Önce yarım saat benim göğsümde, sonra yarım saat babasının göğsünde çıplak tenimizde yattı. Bu süreçte Baransel’le odada yalnız kaldık ve o an yaşadığımız duyguları size tarif edemem. Şaşkınlık, mutluluk, yorgunluk her şey birbirine girmişti. Durup durup “Bu bizim mi?” diye birbirimize sorup ağlıyorduk. Sonrasında ise odamız sevdiğimiz dostlarımız ve ailelerimizle dolup taştı. Haberi alan koşup gelmişti. Ben bir süre sonra yorgunluktan bayılmak üzere hissettim ama bir yandan da hiçir anı kaçırmamak için kendimi ayık tutmak için her şeyi yapıyordum. Sonra herkes gitti… Odamızda üçümüz yine başbaşa kaldık… Sabaha kadar ara ara Ada’yı kontrol için aldılar. Son ultrason kontrolümde 2300 gram gibi gözüken Ada 1880 gram olarak doğmuştu, ama buna rağmen o kadar güçlüydü ki küveze girmesine gerek kalmadı. Çok şükür ki sarılığı da sınırdaydı, o nedenle onun için de bir müdahaleye gerek duyulmadı. Böylelikle sürekli yanımızda olabildi. Tüm zamanımızı onunla bol bol ten tene temas halinde geçirmeye çalıştık. Hastanedeyken bizimle ilgilenen tüm bebek hemşireleri de bize çok yardım etti. Özellikle Selin hemşire Ada’nın da kalbinde ayrı bir yerde 🙂 Buradan ona da selam olsun!

Bu bizim hikayemiz, bizim doğum hikayemiz. Başından beri elimi hiç bırakmayan, her zaman bana destek olan canım yol arkadaşım Baransel… Seni çok seviyorum!

Ada bugün dünyaya geleli tam 54 gün oldu ve bugün benim hayatımdaki ilk Anneler Günü’m.

Canım kızım, benim minik kalbim, iyi ki geldin, hayatımızı bambaşka bir boyuta taşıdın, seninle geçirdiğimiz her an her dakika için şükrediyor ve seni çok seviyorum. Hoş geldin annem! Hoş geldin!

Not: Doğumda plasentamdan örnek alınarak patolojiye gönderilmişti. Sonuçları geldi ve beklendiği gibi Trisomy 20 denen kromozom bozukluğu plasentamda çıktı. Kısacası Ada, plasentam bozuk olduğu ve besinleri tam olarak ona iletemediği için gelişememişti. Düşük kilolu doğmasının nedeni de tıbben ispatlanmış oldu. Bu konu, tıp dünyasında uzun süredir nedeni bilinmeyen bir konuya da ışık tuttu ve tarihe geçti. Ne kadar o dönemde beni üzmüş olsa da, şuanda başka annelere yardımcı olacağı için gerçekten mutluyum.

HAMİLELİK

BİZ HAMİLEYİZ; YOLUN SONU (3. TRIMESTER)

Üzerinden daha fazla geçmeden hamilelik günlüğümü tamamlamak istedim. 3. trimester yani hamileliğin 29. haftası ile doğuma kadar olan dönem arasındaki zaman, sanırım hamileliğin en heyecanlı dönemi. Çünkü artık sona yaklaşmışsın, bebeğine kavuşacaksın… Acaba kime benzeyecek soruları kafanda daha çok dönecek… Bir yandan da artık göbeğin daha fazla şiştiği için gerçek anlamda hamileliğin fiziki zorluklarını da hissedeceksin. Geceleri uyumakta zorlanma, bel ağrısı ya da çabuk yorulduğun için nefesinin kesilmesi sana ızdırap değil, bebeğinin büyüdüğünü hissettiğin için mutluluk bile verecek. Eğer oralarda bir yerlerde bu satırlarımı okuyan bir anne adayı varsa ona şunu söylemek istiyorum; sakın korkma, her şey çok güzel olacak!

29 HAFTALIK HAMİLEYKEN LONDRA’YA GİDİŞİMİZ (25-28 OCAK)

Kız kardeşim 14 Ocak’ta Londra’da doğum yaptı. Onun kendi ağzından yazdığı doğum hikayesini ayrıca yayınlayacağım ama benim için de nasıl bir deneyimdi kısaca yazmak istedim. Doğum esnasında ara ara görüntülü konuşarak, sabaha kadar haber bekleyerek geçirdiğimiz bir anıydı bizim için. Yanında olamamak zordu. Uzaktan iyi olduklarına dair haber beklemek çok daha zordu. Günün sonunda gelen Efe’nin o anne koynundaki fotoğrafı ise paha biçilmezdi. Göz yaşları sel… Kokusu taa oralardan burnuma kadar geldi. Elimi karnıma götürüp Ada ile konuşup “işte kuzenin” deyip onları tanıştırdım. Ama gün geçtikçe bu yetmemeye başladı. Sonunda doktorumdan izin alıp Londra’ya kısa bir ziyaret yapmaya karar verdik.

Doktorumdan aldığım “Uçmasında sakınca yoktur.” raporu ile Londra’ya yeğenimle tanışmaya gittim. İyi ki de gitmişim! Onun o minik halini görmek, kokusunu içime çekmek ve kardeşimi görmek çok iyi geldi bana. Tüm bu seyahatte de Ada’yı korumak ve yormamak adına her şeyi yaptım. Uçak ve havalimanında maske taktım, kendimi çok yormadım, çok yürümedim, beslenmeme dikkat ettim. 3 güncük ziyaretin sonunda ise bize bu güzel fotoğraflar kaldı.

Ada ve Efe’nin ilk fotoğrafı 🙂

30-32. HAFTA – EVDE HAMİLE FOTOĞRAFI ÇEKİMİ

VE

SOKAKLARDA FİNK ATMAYA  DEVAM

Londra’dan döndükten sonra, karnım iyice büyümesine rağmen, sporuma, etkinlik ve davetlere katılmaya, kısacası normal rutinime kavuştum. Şubat ayı oldukça yoğun geçti. Ama artık bel ağrılarım da başlamıştı. Bu sırada doktor kontrollerim iki hafta da birdi. Ada ise artık iyice içeride kendini hissettiriyordu. Öyle ki bazen geceleri onun hareketlerinden ve tekmelerinden uykumdan uyanıyordum. Onu karnımda hissetmek mükemmel bir duyguydu. Baransel de bu hisleri yaşasın istediğim için sürekli elini karnımda tutuyordum. Hatta bazen öyle uyuya kalıyorduk. Bu sayede o da gerçekten benimle beraber 3. trimester heyecanını fazlasıyla yaşadı.

14 Şubat Sevgililer Günü’ne denk gelen bir doktor kontrolümüzde, Baransel bize çiçek alarak çok güzel bir sürpriz yaptı. O gün çok yorgun hissediyordum. O yüzden çok iyi gelmişti.

Şubat sonunda yağan kar ise ayrı mutluluk sebebiydi. Çok ısrar ettiğim için karda yürüyüşe çıkıp evimizin yakınındaki kahveciden sıcak birer kahve alıp evimize geri döndük. Ada’nın karla ilk tanışması da böyle oldu. Çok soğuktu annecim 🙂

Şubat bitmeden çok istediğim ve gerçekleştirdiğimiz için de çok mutlu olduğum bir şey yaptım. 2 yıldır takip ettiğim, hem kendini hem de fotoğraflarını çok beğendiğim sevgili İrem Kaya ile Ada’nın odasında bir fotoğraf çekimi yaptık. Bol sohbetli ve çok keyifli bir gündü. Benim için çok özeldi. Üstelik kayınvalidemin Baransel’e hamileyken giydiği ve hamile kaldığımda bana hediye ettiği elbise ile de çekim yapma fırsatımız oldu. Geriye bu güzel kareler kaldı!

33. HAFTA – DOKTOR BEY ADA’YI HİSSETMİYORUM!

33. hafta kontrolümden önce, Azra Kohen ve Saffet Emre Tonguç’un daveti ile Kadıköy sokaklarında 10 km yürdüğüm bir etkinliğe katıldım. O gün gerçekten kendimi en zorladığım gün oldu. Bir ara sokakta doğruacağım sandım. Çok yoruldum ve bana geri dönüşü de iyi olmadı. O gün ve ertesi gün Ada’yı karnımda pek hissetmedim. Hareketleri çok zayıflamıştı. Bu da beni hem panikletti hem de çok üzdü. Nitekim iki gün sonraki kontrolümde doktorum Ada’nın da hareketsizliğini göz önünde bulundurarak artık bana sporu ve yürüyüşü yasaklayıp evde doğuma kadar yatmam gerektiğini söyledi. Bu vesileyle NST ile tanışmış olduk. Artık her hafta kontrole gidecek ve düzenli olarak NST’ye (bebeğin kalp atışlarının dinlendiği bir cihaz) girecektim. Bu konuyu riske atamayız dedi doktorum ve Ada’nın hareketlerinde bir farklılık ya da yine hareketsizlik hissedersem hemen onu aramam gerektiğini ve hastaneye gidip NST’ye girmem gerektiğini söyledi. Bu da bende psikolojik olarak başka bir zorluk oldu.

33. hafta biterken bir gün Ada’nın hareketlerini hiç hissetmediğimi farkettim. Akşama kadar bekledim, ama içim hiç rahat etmedi, hemen doktorumu aradım ve “Ada’yı hissetmiyorum” dedim. “Hemen hastaneye gel!” dedi. Koşarak hastaneye gittik. Hastaneye giderken yolda o can yakan ” kaybetme korkusu” ile yeniden yüzleştim. Allah kimseye bu korkuyu dahi yaşatmasın… Bir kere içinize girince atlatması çok zor oluyor. Gözlerimden yol boyu akan damlaları tutamadım. Baransel ise elinden geldiğince soğuk kanlı durup beni sakinleştirmeye çalıştı. Hastaneye varınca önce ultrasonla bakıldı sonra 1 saat kadar NST’de kaldım. Doktorumuz Cem Bey tüm titizliği ile beni takip etti. Yine iyi ki onunla bu yola çıktık diye düşündüğüm bir gündü. Çok şükür ki her şey yolundaydı. Ama yaşadığım o korku ve paniği size anlatamam. Sonrasında farkettik ki Ada gerçekten artık benim dinlenmemi istiyor. Ben evde gerçekten bir fiil yatmaya başladığımda ise hareketleri çok daha düzenli bir hale geldi.

34. HAFTA – BALDOĞUM’LA DOĞUM ÖNCESİ EĞİTİMİ (7 MART)

Her şey yoluna girdiğinde, 34. hafta doktor kontrolümüzde doktorum beni muhtemelen 37., maksimum 38. haftada doğuma alacağını söyledi. Baştan beri normal doğum konuştuğumuz için başta nasıl olacak diye panikledim. Ama sonra bana detaylı bir şekilde normal doğumu dışarıdan küçük bir müdahale ile başlatacaklarını anlatınca rahatladım. Ama beni her zaman “Eğer Ada”nın en ufak bir strese girdiğini görürsem seni hemen sezeryana alacağım, bunu da bir ihtimal olarak aklında hep tut” diye de uyardı. Bu ihtimalin tüm doğumlar için geçerli olduğunu, kendimi asla kötü hissetmemem gerektiğini, önemli olanın Ada’ya sağlıkla kavuşmak olduğunu da belirtti. Bu benim için yine bir kabulleniş süreci oldu. Ama önemli olan Ada olduğu için kısa bir sürede kendimi buna ikna edip “nasıl geliyorsa gelsin, sağlıkla gelsin” fikrine adapte ettim.

Doğum yaklaştığı için kafamdaki şeylerden biri de çift olarak özel bir doğum eğitimi almaktı. Bu konuda eğitim verebilecek onlarca tecrübeli ve güzel isim var. Ben de bir gün instagramda dolanırken bir anda karşıma çıkan Baldoğum hesabının içerisine düştüm. O kadar bana yakındı ki anlatış biçimi, paylaşımları… Hiç tanımadığım, hiç bilmediğim biri olmasına rağmen Baldan ile hemen iletişime geçtim. Bir şekilde Baldan’ın hayatımıza girmesi gerekiyormuş ve o gün kalbimin sesini dinleyerek çok doğru bir şey yapmışım.

Baldan aslında uzman klinik psikolog aynı zamanda Bilinçli Farkındalık (Mindfulness) Temelli Gebelik ve Doğum Platformu Kurucusu. Beni en çok etkileyen kısmı ve Baldan’la çalışmak istememin nedeni de bu özelliği oldu aslında. Hamileliğim boyunca hypnobirthing üzerine videolar izlemiş ve yazılar okumuştum.O nedenle bu işin anatomik tarafının yanında en çok da beyinde bittiğini iyi biliyordum. Annenin ve babanın pskilojisi doğum anı sırasındaki her şeyi çok etkiliyor. O nedenle bu işi ne kadar yalın ne kadar olduğu gibi yaşarsanız o kadar rahat geçiyordu  her şey!

Baldan bize geldiğinde hem çok güzel bilgiler verdi, hem çok güzel teknikler öğretti hem de çok güzel meditasyonlar yaptırdı bize. Özellikle yaptırdığı anne & bebek meditasyonu bana  çok iyi geldi. O gün, Baldan’la özel bir enerji yakaladığımızı ve onun enerjisinin bize çok iyi geldiğini hissettim. O nedenle onun da bizimle doğuma gelmesini ve bana doula olarak yardım etmesini istedim. Ancak Baldan artık doğumlara gitmediğini, çünkü danışanlarının ajandasını ayarlamakta zorlandığını, ancak doğum bir Perşembe gününe denk gelirse bir ihtimal gelebileceğini söyledi. Peki dedik ve sarılarak vedalaştık.

35. HAFTA – BABYSHOWER PARTİMİZ (10 MART)

Yapsam mı yapmasam mı diye düşünürken, artık pek halim de yokken, kız arkadaşlarımın desteğiyle evde minik bir babayshower partisi yaptık. Amaç yakınlarımızla ben hamileyken son bir kez bir araya gelmekti. İyi ki de yaptık! Çok güzel bir anı oldu bize! Özlediğim bir çok kişiyi de aynı anda görmüş oldum. Bana doğum öncesi çok iyi bir motivasyon oldu.

Oldum olası o pespembe, anneye taçlar takılan, şaşalı babyshowerları sevmemiştim. Herkesin kendi tarzı ve zevki o ayı mesele, benimki de böyle 🙂 O nedenle biz adına babyshower desek de aslında bir ev partisi verelim istedik. O nedenle ona göre bir hazırlık yaptık.

Düğünümüzden beri her etkinliğimizde biizmle olan sevgili KullanAtMarket Ailesi yine harika ürünleriyle biizmleydi. Üstelik Ada için düşündüğüm palmiyeli konsepte de uygun müthiş ürünleri vardı. 40 kişilik bir davet için tüm çatal bıçak, bardak, tabak gibi malzemeleri oradan aldım. Süsleme için kullandığım balonları, peçeteleri, kürdanları ve hatta palmiye şeklindeki lambayı da yine KullanAtMarket’ten aldım. Hatta böyle bir konsept arayanlar için linkini de şuraya bırakıyorum.

Pasta konusu da benim için önemli bir detaydı. Hem görseli tamamlayan hem de lezzetli bir ikram olmasını istediğim için tartışmasız Beyaz Fırın‘a gittim. Pinterest’ten bulduğum bir pasta görselini kendilerine ilettim ve birebir aynısını yapıp getirdiler. O kadar güzeldi ki! O kadar lezzetliydi ki! Kesinlikle iyi ki dediğim bir detay oldu!

Yemekler konusunda ise kayınvalidem ve kız arkadaşlarım yardım ettiler. El birliği ile muhteşem bir sofra hazırladık.

Evimizin peynircisi Ariste‘den de büyük bir peynir tabağı yaptırdım. Çok güzel bir tepside kapımıza kadar teslim ettiler.

Ev partisi olunca alkol olmadan olur mu hiç? Bizimki dirty babyshower dedik ve bir Pazar günü öğleden sonrası için misafirlerimize Baransel’in hazırladığı Campari Negro kokteyli, Suvla‘nın harika şarapları ve Pamukkale Şarapları‘nın Anfora Gold köpüklü şarapları eşlik etti.

O gün bizimle olan tüm dostlara çok ama çok teşekkürler!

36. HAFTA – ÇİFT OLARAK FOTOĞRAF ÇEKİMİ

VE

BAŞ BAŞA SON KAÇAMAK (16-17 MART)

Tüm hamileliğim boyunca Baransel’le hatıra olarak saklayabileceğimiz çok fotoğrafımız yoktu. Genelde hep ben tektim. O yüzden aslında bir çift fotoğrafımız olsun da çok istiyorduk, doğuma da çok az zaman kalmıştı ve Baransel’in evde olduğu süre de kısıtlıydı. Tam böyle bir zamanda Neşe Çapan Baysal kapımızı çaldı 🙂 Mochi İstanbul olarak geldi ve bu defa Ada’nın odasında çift olarak hatıra fotoğraflarımızı çekilmiş oldu. Böyle güzel karelerle şimdi Ada’ya onu beklerken anlatacak bir hikayemiz daha olmuş oldu.

Ertesi gün, bel ağrılarım nedeniyle masaj isteğimi kırmayan Baransel bu defa günü birlik olarak Casa Lavanda’ya götürdü beni. Hava da o kadar güzeldi ki. Masaj sonrası çimlere yayıldık ve keyif yaptık. Tüm günü Casa Lavanda ailesiyle geçirdik, sonrasında da harika bir yemek yedik. Bana masaj yapan Balili kadın masaj sonrasında bana “Doğumun çok yakın, hissettim.” dedi. Ben de ona “Daha 2 hafta var.” dedim. Çünkü bana göre her şey yolundaydı ve 38. haftayı görecektim. Kendimi 38’e çok şartlamışım, sonradan anladım 🙂

37. HAFTA – SONU SÜRPRİZLİ HAFTALIK RUTİN KONTROL (20 Mart)

20 Mart Çarşamba günü öğleden sonra haftalık rutin kontrolümüze gittik. Cem Bey kontrol sırasında bana suyumun azaldığını ve o gece hastaneye yatmamı istediğini söyledi. O kadar şoka girdik ki, ben hala “Daha 1 hafta yok mu? Ben hazır değilim.” deyip duruyordum. Hatta pazarlıkla 1 gece daha bekleyelim bile dedim. Çünkü ne hastane çantam hazırdı ne de ailelerimizi organize etmeye fırsatımız olacaktı. O sırada kız kardeşim 2 haftalığına Londra’dan Türkiye’ye geliyordu ve uçaktaydı. Her şey biranda gelişti. Cem Bey önce tamam yarın gel yat dedi. Biz de o şokla hastaneden ayrılmak üzere arabamızı istemeye gittik.Peşimizden hemşire geldi ve Cem Bey sizi görmek istiyor dedi. Hemen geri döndük. Cem Bey aynen şöyle dedi ” Özüm sen gel bu gece yat güzelim, bak çok uğraştık bu bebek için, riske atamayız, bu tarz durumlarda suyun ne kadar hızlı gideceğini bilemeyiz, 24 saat uzun bir süre olabilir, gel riske atmayalım bak sonra çok üzülürüz.” Bu cümleleri duyduktan sonra ne diyebilirdim ki, tabi ki tamam deyip hazırlanmak üzere eve gittim. Eve geldiğim gibi hıçkırarak ağlamaya başladım. Çünkü korkmuştum ve hazırlıksız yakalanmıştım. Hazırlanmak ve her şeyi organize etmek için bir kaç saatimiz vardı. Baransel’le uzun uzun sarıldık… Bana dedi ki “Özücüm Ada’mıza kavuşacağız bunu düşün.” O an farkettim… Evet biz Ada’ya kavuşmaya gidiyorduk. Sonra ellerimizi karımda birleştirdik ve Ada’yla konuşmaya başladık. “Adacım sen çok güçlü bir kızsın. Bizim için dayanacağını biliyoruz. Seni nefesimle sarmalayacağım, baban da seni görür görmez elinden tutacak, biz buradayız ve seni bekliyoruz, sakın korkma!”

Kapıdan iki kişi olarak son kez çıkarken hatıra fotoğrafımız olsun dedik. Yüzümdeki ifade sanırım duygularımı anlatıyordur…

Hikayenin devamı, bir sonraki postta, “Doğum Hikayemiz” olarak yayınlanacaktır.

Sevgiler

Özüm

 

HAMİLELİK

BİZ HAMİLEYİZ; YE, SEV, ŞÜKRET! (2. TRİMESTER)

Kız kardeşim ile aramızda tam olarak 12 hafta var ve o benden önde olduğu için, bir sonraki trimesterda beni neler bekliyor aşağı yukarı biliyordum. İlk trimesterda yaşadığım o bulantılı dönemlerde “Asla bitmeyecekmiş gibi geliyor!” dediğimde, “Bir sabah uyanacaksın ve bitmiş olacak, adeta sihirli bir değnek değiyor ve bir anda bambaşka oluyor her şey, geçecek merak etme!” derdi. Şuanda bu satırları okuyan ve zor bir ilk trimester yaşayan tüm hamilelere ben de buradan sesleniyorum; “Geçecek, merak etme!”

Gerçekten kardeşimin dediği gibi oldu. 13. haftamı bitirdiğimde bir sabah uyandım ve tüm o bulantılar geride kalmıştı. Koku hassasiyetim bir süre daha devam etti. Ama en azından artık yemek yiyebiliyordum. Modum bir anda yükselmişti. Gündüz uykularım nerdeyse bitmişti. Hatta 1-2 hafta içerisinde enerji patlaması yaşamaya başladım. 🙂 2. Trimester denilen hamileliğin balayı kısmı benim için başlamıştı diyebiliriz.

12. HAFTA RUTİN KONTROLÜ VE BAZI TESTLER

12. hafta kontrolümüzde hem cinsiyeti öğrendik (artık minik bir kız çocuğu bekliyorduk) hem de doktorum bana “ikili tarama testi” denilen bir testten bahsetti. Genellikle hamileliğin 11.-14. haftaları arasında rutin kontrollerinizde yapılan bu genetik tarama testini, bulunduğunuz hastanede yaptırabiliyorsunuz. Basitçe “ikili tarama testi”,  anneden alınan kan üzerinden Down Sendromu başta olmak üzere karşılaşılabilecek diğer bazı hastalıklar hakkında ön bilgi veren bir test. Ultrason kontrollerinizde bir sıkıntı olmasa bile rutin olarak bu test yapılıyor diyebiliriz. Doktorum bana, ikili testin haricinde, son bir kaç yıldır yaygınlaşan, daha kapsamlı bir tarama yapan “Genetik Tarama Testleri (Fetal DNA Testi)” nden bahsetti. Eğer Genetik Tarama Testi’ni yaptırırsan ikili testi yapmamıza gerek olmayacağını belirtti. Aradaki en büyük fark ise, ikili testler sadece bir kaç belli başlı sendrom üzerinden tarama yapabiliyorken, genetik tarama testlerinin yaklaşık 80 çeşit sendrom üzerinden tarama yapabiliyor olması. İkili testler Türkiye’de yapılıyor ve sonuçlanıyorken, Genetik Testler yurtdışında farklı farklı ülkelerde değerlendiriliyor. Diğer bir yandan da ikili tarama testleri özel sağlık sigortası tarafından karşılanıyorken, bu Genetik Tarama Testleri  (bir bulgu üzerine özel olarak doktorunuz talep etmedikçe) özel sağlık sigortası tarafından karşılanmıyor. O anda olayın ne derece önemli olduğunu kavrayamadığımız, doktorum da herhangi bir tehlike/risk görmediği ve aynı zamanda Genetik Tarama testi’ni 21. haftaya kadar yaptırabileceğimi söylediği için biz sadece ikili testi yaptırdık ve çıktık.

İLK BABYMOON SEYAHATİ – FETHİYE HILLSIDE BEACH CLUB

Kanamalarım durmuş, mide bulantılarım gitmiş, enerjim tavan, ultrasonum gayet iyi, bize göre her şey yolundaydı kısacası 🙂 O nedenle kutlamaya değer bir dönemdi ve biz de ilk babymoon seyahatimiz olarak ben tam 13. haftadayken, Ekim ayının ilk haftası, Fethiye Hillside Beach Club’a bir kaçamak yaptık. İstanbul’da gri bir havadan ayrılıp inanılmaz güneşli ve masmavi bir Fethiye’ye vardık. Türkiye’de babymoon yapılacak mekanlar konusunda ayrıca bir yazı yazacağım için burada detaylıca seyahatimizden bahsetmeyeceğim. Ama tek kelime ile mükemmeldi ve herkese sonuna kadar tavsiye ederim. Bize de muhteşem geldi. Özellikle iştahım açılmışken güzelce yemek yiyebilmek ve denizle, güneşle yeniden buluşmak harika gelmişti. Yazı Bozcaada’da tatsız kapamıştık hatırlarsanız. O nedenle esas yaz kapanışı bizim için bu tatil oldu.

TEST SONUÇLARI VE KAFAMDA DELİ SORULAR

Tatilden döndükten sonra ikili test sonuçlarım geldi ve her şey yolundaydı. Bir yandan mutlu mutlu hamileliğime devam ediyordum,  yavaş yavaş hayaller kurarak minik minik alışverişler yapıyordum. O sırada da son birkaç yılda hamilelik sürecinden geçmiş tüm kız arkadaşlarıma şu Genetik Tarama Testi konusunu soruyordum. Çünkü içim bir türlü rahat değildi. Bir şeyi eksik yapıyormuşum gibi hissediyordum. 12. hafta kontrolümden sonra bir sonraki kontrolüm tam 6 hafta sonra yani 18. haftamdaydı. Tüm bu süreçte ise aslında kafamda konuyu netleştirmiştim ve bu testi yaptıracaktım. Etrafımdaki tüm arkadaşlarım da yaptırmıştı. “Artık kimse ikili test yaptırmıyor herkes sadece genetik tarama testi yaptırıyor.” diyorlardı. İçimdeki kurt beni o 6 hafta kemirdi durdu. Kesin kararlıydım yaptıracaktım.

EN ÇOK AŞERDİĞİM ŞEY

Bu sırada iştahım yerine gelmeye başlamıştı ama 40 yıl düşünsem aklıma gelmeyecek şeyleri canım çekiyordu. En ama en çok aşerdiğim şey Popcorn oldu 🙂 Şaka gibi değil mi? Hani sinema gişesine gidip popcorn alıp çıkmışlığım bile var, o derece! Kokusu beni benden alıyordu. Bir süre sonra evde de yapmaya başladık ve bir kaç akşam üst üste yiyince canım Baransel’in yüzü hemen fosurdadı. Ay ben domuz gibiydim 🙂 Kısa bir süre sonra bu çılgınlığı kestik tabi 🙂

LONDRA’YA ZİYARET (ADA’NIN İLK YURTDIŞI YOLCULUĞU)

17. haftaya geldiğimizde kız kardeşimi ziyarete Londra’ya gittik. Çünkü bu onu doğumdam önce son görüşüm olacaktı. O nedenle 29 Ekim tatilini de bahane edip atladık Londra’ya gittik. O zamanlar siz daha hamile olduğumu bilmiyorsunuz 🙂 Ama artık her şey yolunda ya, güzel bir fotoğrafla sizinle bu mutluluğumuzu paylaşırız diye yanımıza Ada’nın son ultrason resmini de aldık. Nitekim Londra’da çektiğimiz bu tatlı fotoğrafla hamile olduğumuzu 18. haftada sizinle paylaştık. Yeniden herkese çok ama çok teşekkür ederiz güzel dilekleri için 🙂

SOSYAL MEDYA ÇILGINLIĞI ve ARKADAŞ TEMİZLİĞİ

Hamile olduğumu açıkladığım andan itibaren doğal olarak o heyecan ve mutlulukla hatta dünyaya haykırma hissiyatı ile hamileliğimle ilgili paylaşımlar yapmaya da başladım. Çünkü bu hayatımın bir parçası hatta o sırada hayatımın hem fiziki hem mental tam olarak ta kendisiydi. Yediğim yemekten, gittiğim mekana kadar bir şekilde bununla ilişkileniyordu, ilişkilenmek zorundaydı. Bu durumun doğası buydu. Daha ilk haftada bir grup takipçim bana “Seni hamilelik paylaşımları yaptığın için takip etmiyorum, seyahat için ediyorum artık gezemezsin de.” şeklinde mesajlar atıp profilimi terk etti 🙂 Bir kaç mesajdan sonra sinirlendim ve şunu düşündüm; insanları biz bu hale getirdik. Bloggerlık denilen şey kişisel bir günlük iken, şuanda herkes Google görevi görüyor.Takipçi dediğin kişiler de sana bir hizmet veren kurummuşsun gibi davranıyor. Çünkü her detayı yazarak, her şeyi paylaşarak, insanların hayatını, planlarını, seyahatlerini kolaylaştırarak onları biz bu hale getirdik. Onlar da küstahça sana bu mesajı atabiliyorlar. Dünyanın en güzel duygularından birini yaşarken, seni tebrik etmek yerine, ağznı yaya yaya sana hesap sormaya çalışıyorlar. Neyse ki bir kaç sert tepkimden sonra bu mesajlar kesildi. Geriye kalan sağlar bizimdir şeklinde devam ediyoruz 🙂 Bu arada benzer tepkiyi bir kaç yakın arkadaşımdan da gördüm. Çok paylaşıyorsun diyorlardı… Ben dönüp dönüp bakıyordum ama çok paylaştığımı düşünmüyordum. Ayrıca paylaşıyorsam da sanane? Sen arkadaşım olarak benim o kınadığın anne-bebek bloggerlarından olmamdan korkarken, henüz yeni takip etmeye başladığım bir kaç yeni doğum yapmış anne-bebek blogerını benden önce takip edip tüm bebek fotoğraflarını beğeniyormuşsun meğer?

İnsanlar çok garip… Annem hep derdi, bir düğünde bir de doğumda insan hayatını bir elekten geçirir, geriye kalanlarla ömürlük olur. Sanırım biz daha doğuma gelmeden bu elemeleri yaşadık 🙂 Çünkü herkes kötü gününde yanında olabilir ama iyi gününde senin kadar sevinip içtenlikle mutlu olacak insan bulmak zor. Bulursanız bırakmayın onlar çok kıymetli 🙂

HAMİLE YOGASI VE YÜRÜYÜŞLER

Londra’dan dönünce hayatıma bu süreçte kattığım en iyi şeylerden biri olan Yoga’ya başladım. Önce internette biraz araştırma yaptım ve Yoga Şala’da hamile yogası dersleri olduğunu gördüm. Hemen aradım ancak bir sonraki dersin son ders olduğunu ve artık hamile yogası sınıfı olmayacağını söylediler. Yıkılmıştım… Ama yine de 1 ders 1 derstir diyerek ertesi gün o derse katıldım. İyi ki de katılmışım! Çünkü o gün yumuşacık sesiyle sonrasında hayatımızda çok özel bir yere sahip olacak Pınar’la (Pınar Ulukaya) tanıştım. Dersten o kadar etkilendim ki, çıkışta hemen yanına gidip özel ders verip veremeyeceğini sordum. Bir şekilde enerjimiz tuttu ve o da kabul etti.

Londra dönüşü de hemen ilk derse başlamış olduk. Yani 4. ayımda spora yeniden başlamış oldum. Bu sürece kadar da sık sık yürüyüş yaptım. Yürüyüşü 12. hafta itibariyle neredeyse her gün yapmaya çalıştım. Çok da faydasını gördüm, o nedenle mutlaka herkese yürüyüşü tavsiye ederim. Bir kitapta okumuştum, “Hava ne kadar soğuk olursa olsun her gün açık havada yapacağınız yarım saatlik bir yürüyüş bebeğinize ve size inanılmaz iyi gelecek” yazıyordu. Çok doğru… Ne zaman açık havada yürüyüş yapsam hep çok iyi hissettim.

18. HAFTA KONTROLÜ – DETAYLI ULTRASON VE GENETİK TARAMA TESTİ

O 6 hafta bize ızdırap gibi geldi. Çünkü ultrasonda bir kere o miniği görmeye alıştığında resmen özlemeye başlıyorsun. Baransel’le bildiğiniz gün saydık. O gün geldiğinde de koşa koşa hastaneye gittik. 18. Hafta kontrolümde detaylı ultrason taramasına girdim ve doktorum bebeğin gelişiminin 1 hafta geriden geldiğini ve kafa tası ölçüsünün de olması gerekenden bir 10 gün kadar geriden geldiğini, bunun şuanda normal sınırlar içerisinde olduğunu, minyon bir bebek olduğunu ancak herhangi bir sıkıntı gözlemlemediğini söyledi. Zaten ikili test sonucum da temizdi. O nedenle mutlu mesut hayatımıza devam edebilirdik.

O gün doktora bu Genetik Tarama Testi’ni yaptırmak istediğimi söyledim. O da istiyorsan yaptırabilirsin tabi dedi. Bu konuda arkadaşlarımdan duyduğum kadarıyla bir kaç tane farklı laboratuvar var ve her biri kanınızı farklı bir ülkeye gönderip inceletiyor. Bunlardan en meşhurlarından biri olan Nifty tarama testi hem 80’e yakın sendromu inceliyor hem de fiyat açısından gittiğim hastane ile anlaşması olduğu için nispeten daha uygundu (2.500TL civarı). Tek kötü yanı 3 hafta gibi uzun bir sürede sonuçların elinize geçiyor olması. Çünkü inceleme için Hong Kong’a gidiyormuş. (Bu detayı yaptırırken bilmiyordum, biz Türkiye’de yapılıyor sanıyorduk.)  Hastanede kanımı verdim ve 3 hafta sonra çıkacak (ve nasıl olsa temiz olacak!) sonuçları beklemek üzere hayatımıza geri döndük.

21. HAFTA – GENETİK TARAMA TESTİ SONUCU VE SONRASINDAKİ KAYBOLMUŞLUK

Sabah kalktığımda ertesi gün Seyşeller’e uçağımız olduğu için bavul hazırlıklarına başlamıştım. Bu sırada tam olarak 21 haftalık hamileydim. O anı hiç unutmuyorum. Telefonuma önce mail olarak düşen “laboratuvar sonuçlarınız çıktı” mesajını gördüm. Telefonumdan açmayı denedim ama hata verip durdu. Oflayarak yatağa oturdum ve bilgisayarımı açtım. O sırada sonucu daha görmeden Baransel’e de atmıştım zaten maili… Bir şekilde bilgisayardan girdiğimde sonuçlar şak diye karşıma çıktı. “Trisomy 20 Yüksek Risk – Genetik uzamanına danışın” Trisomy 20… Trisomy 20 de ne?! Hemen googleladım, Türkçe neredeyse hiç bir kaynağa ulaşamadım. İngilizce metinleri okurken bir anda hıçkırarak ağlamaya başladım. O sırada Baransel beni aradı. O da görmüş ve anlam veremiş ne olduğuna. Ben ağlamaktan konuşamıyordum… O gün zaten normalde seyahat öncesi doktor kontrolüm vardı. Ama kontrol saatini beklememize gerek var mıydı? Ölüyordum… Biraz sakinledikten sonra doktorumu aradım. Sonuçlar onun da ekranına düştüğü için zaten hemen anladı ve sanki o da telefonumu bekliyormuşçasına “Özümcüm Merhaba” diyen naif sesiyle telefonu açtı. Telefonda kısaca bu tarama testlerinin pozitif yanlışık verme ihtimalinin çok yüksek olduğunu, o nedenle panik yapmamam gerektiğini ama her şekilde %100 emin olmak için amniyosentez yapılması gerektiğini ve hemen hastaneye gelmemi söyledi. O sırada Baransel koşarak beni evden almaya geliyordu. Onu beklerken çılgınlar gibi raporu onaylayan ve altına imza atan Türk Genetik Uzmanı’na ulaşmaya çalışıyordum. Bu sırada hangi doktorlar ya da laboratuvar görevlisiyle konuştuysam bana “Trisomy 20 mi? Emin misin?” diyorlardı. Neticede benim raporumun son onayını atan ilgili Genetik Uzmanına (Ankara’da) ulaştım. Ben sürekli ağladığım için karşımdaki kadın uzman da çok üzüldü. Ama bana ısrarla “Ben senin 21 haftalık hamile olduğunu bilmiyordum, Trisomy 20 olsaydı bebek bu kadar uzun yaşayamazdı, ilk 3 ayda giderdi, bu testte pozitif yanlışlık var bence!” dedi. “Pozitif yanlışlıktan kastınız ne?” dediğimde ise “Mesela materyal bulaşmış olabilir” dedi. İçime su mu serpmeye çalışıyordu bilmiyorum, ama çok rahat konuştu benimle telefonda. Azıcık sakinledim ama asla tatmin olmuyordum. O sırada Ankara’daki laboratuvardan beni başka bir genetik uzmanı doktor aradı. Trisomy 20 denilen sendromun milyonda 1 görüleceğini, Türkiye’de kayıtlı bir örneğinin bulunmadığını ve gerçekten olsaydı ilk 3 ayda bebeği çoktan kaybetmiş olacağımı söyledi. Adamcağız da çok üzülmüştü belliki halime… Beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Ona dedim ki “Ben tatmin olmuyorum, benim kanıta ihtiyacım var, ben bu testi yeniden yaptırmak istiyorum ama en kısa sürede nasıl elde edebilirim sonucunu?” O da bana ” Amerika’ya giden bir test var ismi Verifi, bugün gelip evden kanını alırlar, en geç 1 haftaya çıkar sonucu.” dedi. Tamam dedim. 1 Hafta hala o sırada katlanabileceğim bir zaman gibi geliyordu. Bir yandan da amniyosentezden korkuyordum. Kafam allak bullak olmuştu. Baransel’e ulaşamadım… O anda hızlıca kendim Anne olarak karar verdim ve bu testi yaptırmak istiyorum dedim. Eve gelen bir hemşire hemen kanımı aldı ve acil kargo ile Amerika’ya kanım gönderildi.Verifi laboratuvarında benimle ilgilenen genetik uzmanı da beni rahatlatıcı şekilde konuştu ve testi özel olarak takip edeceğini belirtti. Buarada Verifi denen test piyasanın en pahalılarından biri. Sürati ve fiyatı doğru orantılı diyebiliriz (3.500TL) , ama o sırada para falan gözüm görmedi, sorgulamadım bile…

Hastaneye gittik ve hemen bizi içeri aldılar. Doktorum da benim kadar şaşkındı ama tabi ki soğukkanlıydı. O elindeki verilere göre bebeğin sağlıklı olduğuna inanıyordu ama her şekilde mutlaka amniyosentez yapmamız gerek diyordu. Çünkü bu tarama testlerinin hiçbiri tıbben tanı yerine geçmiyordu. Onlar sadece birer ön veriydi. Esas tanıyı koyan amniyosentezdi. O bana bunları anlatırken aslında iş işten geçmişti çünkü ben kendi kararımla başka bir test daha çoktan yaptırmıştım. Bunu doktoruma söylediğimde o da biraz 2. bir testi gereksiz hatta boşuna masraf olarak gördü. Çünkü ona göre (ki çok haklıydı) sonuç bu testte temiz çıkarsa içimiz rahat edecek miydi? Amniyosentez gibi kesin bir çözüm varken bu bize sadece 2. kez bekleme süreci ekleyecekti. Neticede doktorum benim biraz psikolojimi de anladı ve seyahati kesinlikle iptal etmememizi, madem yeni bir test yaptırdık ve sonucu seyahat dönüşüne kadar çıkmış olacak o halde onun da sonucu gelince amniyosentez yapabileceğimizi söyledi. Çünkü zaten o gün amniyosentez yaparsa ertesi gün uçağa binemeyecektim. Seyahati iptal etmeyi defalarca önerdik. Ama doktorum ısrarla bu seyahatin bize iyi geleceğini ve 1 haftanın çok büyük bir kayıp olmadığını söyledi. Peki dedik…

Doktorum o gün bu konunun genetik uzmanı tarafından ayrıca değerlendirilmesi gerektiğini, o nedenle çok güvendiği bir genetik uzmanı olan Prof. Dr. Yasemin Alanay‘la da seyahate çıkmadan mutlaka beni görüştüreceğini ve bu Trismoy 20 nedir onu bana anlatmasını rica edeceğini söyledi.

O gece eve gidip saatlerce ağladım. Bir yandan ütü yapıyordum… Bavul hazırlamaya çalışıyordum… O sırada sakinleşemediğim için doktoruma mesaj attım “Sakinleşmek için papatya çayı içebilir miyim?” Bunun üzerine doktorum hemen beni aradı. “Özümcüm senin sakinleşmeye ihtiyacın yok, bebeğin sağlıklı ama benim sadece tıbben bunu kanıtlamaya ihtiyacım var, tamam mı?” dedi yine tüm naifliği ile… O an bir kaç bardak papatya çayı içmiş kadar oldum. Doktorunuzun sizin psikolojinizden anlaması ve sizinle o şekilde konuşabilmesi kadar önemli ve güzel birşey yok. Yeniden iyi ki diyorum! Doğru ellere emanetiz…

Ertesi gün uçağımız akşam saatindeydi. Baransel ruhunu ve kalbini benimle bırakıp yarım gün işe gitti. Bense telefonun ucunda Yasemin Hanım arasın diye bekliyordum. Öğle saatiydi ve ben duşa girmiştim. Bir anda duşakabinin arkasından telefonun ışığının yanıp söndüğünü gördüm. Hemen suyu kapatıp dışarı fırladım ve telefonu açtım. Yasemin Hanım bana kısaca tüm kromozom bozukluklarının iki şekilde olabileceğini, bir tam bir de mozaik kromozom bozuklukları olduğunu, eğer Trsimoy 20’nin tam hali olsaydı o zaman gerçekten bebeğin bu kadar süre yaşayamayacağını ama mozaik bir yapı varsa bunun ultrasonla anlaşılmasının mümkün olmadığını ve amniyosentez hatta kordonsentez yaptırmam gerektiğini bana anlattı. Kısacası mozaik bir yapıdan şüpheleniyorlardı. Mozaik Trisomy 20… Hayatımıza giren terim gittikçe değişik bir hal alıyordu…

Tüm o endişelerle, korkularla, yıkılmışlıkla ve hiçlik arasında bir yerde, Baransel’le birbirimize sarılıp, bizi uzaklara götürecek o uçağa bindik.

SEYŞELLER SEYAHATİ – KAMERA ARKASI

Elimde o son ultrason fotoğrafı, İstanbul’dan Doha’ya kadar ara ara göz yaşı döküp ara ara “Bebeğim sağlıklı ve benimle güvende” diye içimden geçirdim. İçime sanki biri bir ateş topu attı ve gitti. Ne yapsam sönmüyordu. Uzaklaşmak ve güneşi görmek iyi gelmişti yalan değil. Ama her saniye aklımızdaydı… Sadece günü geçirmeye ve zamanın hızlı akmasını sağlamaya çalışıyorduk… Gördüğünüz karelerin kamera arkasında içi yanan bir çift vardı aslında… Önümde dünyanın en güzel plajlarından biri, adeta cennetteyim, ama o koca okyanus bile içimdeki yangını söndüremiyordu. Sanırım daha bebeğimi kucağıma almadan “anne” olmuştum.

İKİNCİ TESTİN SONUCU; HAYALKIRIKLIĞI

Seyşeller’den döndüğümüz günün ertesi sabahı, gitmeden yaptırmış olduğumuz ve Amerika’ya gönderilen o tarama testinin sonucu geldi. Sonuç tam olarak ilk testle aynıydı; Trisomy 20 – Yüksek Risk! İşte esas en dipten yıkılışı o zaman yaşadık. Azıcık bile olsa o testin farklı çıkması bizim için bir rahatlama yaratacaktı. Ona inanıyorduk, ona tutunuyorduk. Ama aynısı… Nasıl olabilirdi?

22. HAFTA – “ANNE BEN İYİYİM” SİNYALLERİ &

AMNİYOSENTEZ ve KORDONSENTEZ İŞLEMLERİ

Doktorum amniyosentez yaptırmak istiyorsam o gün hastaneye gelebileceğimi söyledi. Artık 1 gün daha birşey için beklemek istemiyordum. 22 haftalık hamileydim ve en kötü senaryoyu düşündükçe kafayı yememek için kendimi zor tutuyordum. Hastaneye gittik… Randevusuz, apar topar gittiğimiz için bizden önceki hastanın çıkmasını bekliyorduk. Durmadan ağlıyordum…

Bekleme alanındayken birara Baransel sigaraya çıktı, bense tek başıma oturup öylece bir noktaya kitlenmiş bakıyordum. Önüme taş çatlasa 1-1,5 yaşlarında yeni yürümeye başlamış bir kız çocuğu geldi. Dikti gözlerini bana baktı… Babası yanındaydı ve “hadi kızım gidelim” dedikçe o daha da bir dikkatle bana bakıyordu… İçimde kopan yangını bir kenara koyup ona gülümsedim…Çok garip bir an yaşadık… Ya da aşırı duygusallıktan bana öyle geldi bilemiyorum. Ama garipti… Aklımdan Ada’nın o yaşlarını görebilecek miyim acaba diye geçirdim…  O sırada bizi içeri aldılar. Doktorum ikici testin de aynı sonuçta çıkmasının ardından konuyu daha da ciddiye almıştı. Yasemin Hanım’la da görüşüp hem amniyosentez hem de kordonsentez yapılmasına karar vermişti. İkisini aynı seferde yapmak daha iyi olacağı için bebeğin pozisyonu çok önemliydi.

O gün günlerden Perşembe idi… Hiç unutmuyorum… Ada tam 1 haftadır içimde sanki parti veriyordu. Bundan önce hareketlerini hiç hissetmediğim bebeğim, bir anda adeta benimle konuşuyordu. Onu yok saymak imkansızdı… Nitekim o gün de kordonuna yapıştığı ve bir milim bile ayrılmadığı için işlemleri yapamadık. Yemek yedim, yürüyüş yaptım, merdiven inip çıktım… Bana mısın demedi… Doktorum da “bugün bu iş olmayacak sen bana yarın sabah gel yeniden” dedi.

O gece eve gittiğimde üzerime bir sakinlik çöktü. Belki yorgunluktandı bilmiyorum. Ama Baransel’le bir güç bulup konuyla ilgili İngilizce makaleler okuduk. Bazı makalelerde bebeğin kafatası ölçüsünün normalden küçük olmasının bu sendromla ilişkisi olabileciğini söylüyordu. Ne yazık ki çok nadir görülen bir sendrom olduğu için böyle doğan çocuklarda şunlar şunlar olur diye kesin birşey asla yazmıyordu. Ama ortak özellik, mozaik yapılı sendromların hepsinde kısaca zeka geriliği olması.

Ertesi sabah kalktığımda çok sakindim. Tek istediğim biran önce işlemlerin bitmesiydi. Korkmuyordum. Baransel hazırlanırken ben yatakta Ada ile sakince konuştum;“Bugün senin iyiliğin için doktorumuz bir işlem yapacak. Sakın korkma ben ve baban yanındayız Ada kız! Sen çok güçlü bir kızsın, buna dayanacağını biliyorum, ama olur da seni yerinde rahatsız edersek, bir şekilde canını acıtırsak şimdiden çok özür dilerim bebeğim.” Ada bana çok güçlü şekilde tekmelerle cevap verdi. “Ben buradayım anne rahat ol, korkma diyordu.” adeta. Derin bir nefes aldım… Gerçekten çok daha rahattım ve işlemlere hazırdım.

Kafamdaki plan işlemleri izlememek ve sadece Baransel’in elini tutmaktı. Toparlanıp hastaneye gittik. Doktorum da beni daha iyi gördüğünü söyledi. Nedense o gün o işlemlerin sorunsuzca biteceğinden emindim. Doktorum ultrasonla iyice baktıktan sonra, Ada’nın pozisyonunun iki işlemi de aynı anda yapmak için mükemmel olduğunu söyledi.

-“Hazırsan başlıyorum?”

-“Ben bakmayacağım, sadece Baransel’in elini tutup ona bakacağım.”

Toplamda 3-4 dakika kadar süren işlemler sırasında bir an bile Baransel’in elini bırakmadım. Canım çok acıdı yalan değil… Ama gözümden yaş aksa da sesimi çıkarmadım. İşlemler bittiğinde Baransel “Afferin sana Özü, seninle gurur duyuyorum.” dedi. Ben de Ada ile gurur duyuyordum. Hemen kalp atışını dinledik… Sorun yoktu… Atlatmıştık çok şükür. Bu testlerin sonuçları ise tam 2 hafta sonra gelecekti.

Doktorumla o gün, topladığım tüm gücümle en kötü senaryoyu konuştum. Aklımdaki tüm soruları ağlamadan, bilimsel bir konuda bilgi alıyormuşçasına sordum. Doktorum anne olduğum için benim konuya daha farklı baktığımı ve duygusal bağımı onların hiçbirinin anlayamayacağını söyledi ve “Ancak dünyaya yüzde yüz sağlıklı bir çocuk getirmek istemez misiniz?” diye de ilk defa ekledi. O an bu işin %50’den daha fazla bir ihtimal olduğunu düşündüm.

2 HAFTALIK ZOR BEKLEYİŞ

Olaylar artık daha gerçek ve ciddi olduğu için kendimi bildim bileli yaptığım şeyi yapmaya başladım. Savunma mekanizması olarak “yok saymak”. Hayatımın en zorlu sınavındaydım… Eve gittiğimizde daha sakindim. O gün sanki bana ben buradayım sinyali veren Ada’yla onca zamandır kurduğumuz bağı güçlendirmemek için kendimi tutmaya çalışıyordum. Önce odasına girmemeye başladım… Sonrasında ise bebek mağazalarının önünden dahi geçmemeye… Her şey ama her şey canımı çok acıtıyordu.

  • BAŞ BAŞA YAŞANILAN ÇARESİZLİĞİN GÜÇLENDİRDİĞİ AŞK

Bu sırada bu yaşadıklarımızı ailelere söylemedik. Tüm bu süreci Baransel’le başbaşa atlatma kararı aldık. Elimizde kesin sonuç olmadan söylemeyecektik. Çünkü kardeşim doğurmak üzereydi, annemler de o nedenle hassas bir dönemdeydi, herkesin ayrı bir derdi vardı ve zaten bu süreçte beklemekten başka yapılabilecek hiçbirşey yoktu. Ben her gün kardeşime gülücükler saçarak videolu görüşmeler yaptım. Annemlere hayat normalmiş gibi davrandım. Zordu… Ama yaptım. Baransel ise tüm gücüyle, tüm kalbiyle benimleydi. Bazen öğlen aralarında bile sırf benimle yürüyüş yapmak için, elimi tutmak için yanıma geldi. Bir an var yaşadığımız hiç unutamadığım… Hava o kadar soğuktu ki, kar yağdı yağacak neredeyse… Evde duramadığım için yine kendimi atmışım buz gibi havada dışarı. Baransel de yanıma geldi. Yürüyüş parkurundayız.. Etrafımız ağaçlarla çevrili ve bizden başka hiç kimse yok. Önümüzdeki uzun yol boyunca el ele tutuşup yürüyoruz. Baransel “Üşümüyor musun Özücüm?” diyor. “Hiçbirşey hissetmiyorum, hatta iyi geliyor sanırım.” diyorum. Sonra devam ediyorum; “Bazen bebeğimi benden alıyorlarmış hissine kapılıyorum.” diyorum. Baransel “O bebeği sen isteyene kadar kimse senden alamayacak sana söz veriyorum, ne olursa olsun bu önce senin kararın olacak, kimsenin bunu yapmasına izin vermem.” diyor. Nedense rahatlıyorum… O an aslında ikimizin de bu bebeği gerçekten ne kadar çok istediğini ve ne kadar çok sevdiğini bir kez daha anlıyorum.Elini sımsıkı tututup, akan iki damla yaşımı omzuna silip yürümeye devam ediyorum…

  • BU SABAHLARIN BİR ANLAMI OLMALI

Bir sabah ben uyurken erkenden evden çıkmak zorunda kalan Baransel, balkonumuzdaki çiçeklerden kopartıp başucuma bırakmıştı… Uyandığımda ağlamayayım diye…

Bu iki haftalık süreçte geceleri uyumakta hiç zorlanmadım. muhtemelen tüm gün bedenimi ve zihnimi yeterince zorladığım için olacak ki, gece yatağa girdiğim anda uyuyordum. Ama sabahları… Sabahları ağlayarak uyanıyordum… Baransel işe giderken çok zorlanıyordu, beni yanlız o şekilde bırakmak istemiyordu biliyorum. Çoğu zaman işten izin aldı ya da geç gitti. Çok şükür ki iş yerinde yoğun bir dönemde değildi ve çalıştığı insanlar gerçekten halden anlayan insanlar.Sabahları kendime geldikten sonra hava ne durumda olursa olsun dışarı attım kendimi. Tam da o noktada kurtarıcı arkadaş desteklerim geldi. Sadece çok yakın çevremizin bildiği bir konuydu bu. Kız arkadaşlarım her gün aradı, sordu, her gün biriyle mutlaka görüştüm. Oturup dertleşmedik üstelik, güzel yemekler yiyip sohbet ettik. Bana o kadar iyi geldiler ki… O dönemi atlatmamda o kadar büyük etkileri var ki… Her birine sonsuz teşekkürler! Şu hayattaki en büyük zenginliğim önce ailem, sonra bu güzel arkadaşlarım…

  • HASTANE ZİYARETİ İYİ BİR FİKİR DEĞİLMİŞ

1 hafta geçmişti, bense inişli çıkışlı ruh halimle güçlü görünmeye çalışıyordum. O sırada aynı hastanede aynı doktora gittiğini bildiğim çocukluk arkadaşımın doğum haberini aldım. Tüm cesaretimi topladım ve onu hastanede ziyarete gittim. Bir Cuma günüydü… Tam 1 hafta önce orada yaşadığımız tramva aklımda canlandı yine. Ziyaret kısa ve keyifliydi. Ama hastaneden çıktığım anda boğazımda bir düğümle eve kadar geldim. Kapıyı açtım, Baransel eve gelmişti, hemen kalkıp bana sarıldı ve kollarında yere yığıldım. “Yapabilirim sandım ama o kadar güçlü değilmişim, geçen hafta o hastanede yaşadıklarım beynimden gitmedi, çok kötü oldum.” dedim. Kısacası, hastane ziyareti iyi bir fikir değilmiş…

  • DEPRESYONDAYIZ – NE YİYİYORUZ?

Bu süreçte bir yandan iştahım kesilse de bir yandan da yemek için kendimi zorluyordum. Sonra tatlının gerçekten motive eden bir şey olduğunu keşfettim ve biz 2 hafta boyunca her akşam Baransel’le evde hunharca tatlı ve karbonhidrat yedik. Her dışarı çıktığımda farklı bir yerden değişik bir tatlı getirdim eve. Akşamları film/dizi izlerken tatlı seansımız vardı adeta. Çok tehlikeliymiş bu durum, sonradan anladım.

  • TELEFONUN UCUNDA ÇARESİZ BEKLİYORUM

2 hafta bitmek üzereydi, artık umudum da kalmamıştı. Hala aramadılar, Cuma günü bu saatte de artık aramazlar diyordum kendi kendime. Tam o sırada telefonum çaldı ve sevgili hemşiremizin aradığını gördüm. Derin bir nefes aldım ve telefonu açtım. Karşımdaki ses gayet mutlu bir enerjiyle “Özüm Hanım sonuçlarınız çıktı, temiz!” dedi. O an yaşadığım rahatlamayı sinir boşalmasını ve mutluluğu size anlatamam. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. “Doğru mu söylüyorsun? Gerçek mi?” dedim defalarca. “Evet doktor bey sizi görmek istiyor hemen gelebilir misiniz?” dedi. “Hemen geliyoruz.” dedim ve anında Baranel’i aradım. Hıçkıra hıçkıra ağladığım için başta onu istemeden korkuttum. “Hemen geliyorum” dedi ve gerçekten koştu geldi. Evde ona bir sarılışım var. “Allahım gerçekten bitti mi? İnanamıyorum!” deyip ağlıyorduk. Sanki biz haftalardır nefes almıyorduk…

Koşarak hastaneye gittik. Doktorumuz bize detaylıca bu 2 haftalık süreçte onların ne yaptığını da anlattı. ÇAPA’da genetik bölümü başkanı olan ve Türkiye’nin en iyi profesörlerinden biri olan Prof. Dr. Seher Başaran‘ı da konuya dahil ettiğini, Yasemin Hanım’la beraber Seher Hanım’ın da konuyu tüm bu süreçte yakından takip ettiğini söyledi. Yapılan incelemelerde bebeğin kromozom yapısında herhangi bir sıkıntıya rastlanmadığı ancak bu bozukluğun plasentada olabileceğinden şüphelenildiği, plasentada olsa bile bunun bebeğe bir zararının olmadığını, konunun bir tez niteliği taşıması nedeniyle bizim onayımız olursa bu konunun ÇAPA Genetik Bölümü tarafından incelenmek istenildiği, doğum sırasında plasentadan alınan örneklerin incelemeye gönderileceğini söyledi. Biz de tabi ki onay verdik. Çünkü bu süreçte yaşadığımız şu tarifsiz acıyı hiçkimsenin yaşamasını istemiyoruz.

Emin ellerde olmak o kadar önemli ki… Çok şanslıydık gerçekten! Bu süreçte bizimle ilgilenen başta kendi doktorumuz çok sevgili Cem Batukan’a ve çok sevgili hemşiremiz Özge Güresi’ye, sonra da genetik uzmanlarımız Yasemin Alanay ve Seher Başaran’a sonsuz teşekkürler 🙂

Acılı geçen 1 aylık süreç çok şükür ki mutlu sonla bitti. Şuanda herşey yolunda ve evet kardeşim dahil aileler de konuyu öğrendiler. O nedenle rahatça yazabiliyorum artık 🙂

25. HAFTA – BİZ BUNU HAKETTİK TATİLİ – CASA LAVANDA

Yılı böyle kapatmamalıydık. Baransel bundan 4 yıl önce beni doğumgünümde Casa Lavanda’ya götürmüştü. Şimdi bir hediye de ben ona yapmalıydım. Çünkü müthiş bir destek gösterdi bana ve bize. Her zaman en iyi arkadaşım olduğunu biliyordum, ama bu dönemde yaşadığımız şeyin aramızda kurduğu bağ inanılmazdı. O nedenle 1 güncük şehirden kaçarak kendimizi sadece şömine, kitap, güzel yemek ve masaja verdik. O kadar iyi geldi ki… Adeta yenilenip öyle döndük. Artık yeni yıla hazırdık! Seni karşılamaya hazırız 2019 !

ŞİMDİKİ AKLIM OLSA

Karşıma çıkan her hamileye bu tavsiyeyi veriyorum; Mutlaka ama mutlaka, bu genetik testinin en kısa sürede gelenini en başta yaptırın! Benim şimdiki aklım olsa, 12. haftada ikili test falan asla uğraşmam, hemen 1 haftada sonuç veren laboratuvarı bulur ve genetik testini yaptırırım. Bu süreçte öğrendiğim yegane şey var ki hamilelikte zaman çok kıymetli. 1 Hafta bile çok şey değiştirebiliyor. Sakın kendinize o bekleme ızdırabını yaşatmayın. Sakın!

Bütün bu süreçte kendime ders çıkarttığım bir diğer şey ise, bir çocuğun sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmesinin gerçekten ne kadar büyük bir mucize olduğudur. Allah isteyen herkese en sağlıklı şekilde yaşatsın bu duyguları!

26. HAFTA – SPORLA MUTLULUK ARASINDA BİR BAĞLANTI VAR

Havalar gittikçe soğuduğu için yürüyüşlerde zorlanıyordum. O nedenle Torch Sports Acdemy’de yer alan eski spor hocam Hasan Çakır ile çalışmaya yeniden başladım. Her Cumartesi Baransel’le sabah 8’de fitness/pilates yapmaya gidiyorduk. Çift olarak da bu dönemde sporda beraber olmak bize çok iyi geldi. Haftada iki de yoga dersim vardı. Kısacası spor motivasyonum çok yükselmişti ve her dersten sonra kendimi çok iyi hissediyordum. Doktoru izin veren her hamileye sporu kesinlikle tavsiye ederim.

27. HAFTA – NORMAL KONTROLLER VE ŞEKER YÜKLEMESİ

27. Hafta kontrolümde doktorum şeker yüklemesi yapılacağını, kan sayımı yapılacağını ve tetanoz aşısı olacağımı söylemişti. Şeker yüklemesi fikrinden hiç hoşlanmıyor olsam da doktoruma çok güvendiğim için o önerdiği için yapacaktım. Nitekim ultrason kontrolü sonuçlarım yolunda gözükünce, arkasından 50 gramlık (en düşük doz – 2 dilim baklavaya eşit) şeker yüklemesini yaptırdım. Gerçekten hayatımda içtiğim en iğrenç şeyi içtim. Çok zorlandım içerken ve midem çok bulandı hatta kusma noktasına geldim. Sıvıyı içmeden hemen önce ve içtikten 1 saat sonra kanınızı alıyorlar ve değerlere bakıyorlar. Bir kaç gün içinde de sonuçlarınız çıkıyor. Ta ta! Şeker sınırı 140 iken bende 137 çıkmıştı. Nedenini de çok iyi biliyordum. O depresyon döneminde vücudumu hiç zorlamadığım kadar şeker ve karbonhidratla zorlamıştım. Ama şeker hastası değildim tabi ki… Sadece biraz şeker diyeti yapıp dikkat etmem gerekiyordu.

YENİDEN BAĞLANMAK VE KORKMADAN HAYAL KURMAYA ÇALIŞMAK

Bu satırları yazarken 29. haftamı bitirmek üzereyim. Arada geçen bu zamanda ise olabildiğince hayatımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Ada’nın odasının hazırlıklarına yeniden başladık, ben alışverişlerime yeniden başladım, onun her kıpırtsını duyduğumda ellerimizi hemen karnımda birleştiriyorum. Sabahları beraber şarkılar dinliyoruz, hatta bazen dans ediyoruz. Ve evet bu sevgiyi bazen tüm dünyaya haykırmak istiyorum! Soyal medya buna arada araç olmuyor değil. Ama lütfen, bırakın da kaybettiğimiz zamanın telafisini gönlümüzden geçtiği gibi yaşayalım. Nazar değer korkusuyla bana mesaj atan tüm sevenlerimizden özür dilerim, nazara inansam da, bu defa içimden geldiği gibi yaşayacağım. Biliyorum ki Amazon kızım, tüm o kötü enerjileri de yenebilecek güçte! Annesi ve babası da onu korumak için elinden geleni her zaman yapmaya devam edecek!

2019, bize iyi davran olur mu?

3. Trimester’da görüşmek üzere!

Sevgiler

Özüm

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SEYAHAT

BİR BABYMOON HİKAYESİ; SEYŞELLER BÖLÜM 2 – ADALAR ARASI UÇUŞ – PRASLIN ADASI & CONSTANCE LEMURIA – DOHA’DA 1 GECE

İKİ ADA ARASI UÇUŞ DENEYİMİ

Seyşeller’de üç ana ada bulunuyor; Mahe, Praslin (pralin diye okunuyor) ve La Digue (la dig diye okunuyor) adası. Bunlar haricinde de ziyaret edilebilecek bir sürü küçük ada var. Genellikle turistler ya bu üç adayı geziyor ya da tekne turuna çıkıp günübirlik diğer küçük adalarda şnorkel, dalış ya da sadece yüzme gibi aktiviteler yapıyorlar. İlk yazıda da bahsettiğim gibi, mesafeler uzun ve adalar arası ulaşım da çok kolay olmadığı için 4 günlük bir programa, tüm adalar birden mümkün değil sığmaz.

Üç ana ada arası ulaşım için ise temelde iki alternatifiniz var; ya hepsinin arasını feribotla (ya Cat Cocos ya da Seyferry ‘den bakabilirsiniz) geçeceksiniz ya da Mahe’den Praslin’e bizim de yaptığımız gibi 15 dakikalık bir uçuşla (tek bir havayolu var o da yerel havayolu olan Air Seychelles) varacak, sonra siz dilerseniz La Digue’e Praslin’den feribotla geçeceksiniz. Şimdiden uyarayım feribot biletleri de uçak bileti de hiç ucuz değil. Neredeyse aynılar, dolayısıyla çok önceden planlayıp online olarak mutlaka biletlerinizi alın derim.

Setur Select ekibinin yönlendirmesiyle biz Air Seychelles‘in adalar arası ulaşımında kullandığı 20 kişilik minik pırpır uçakla 15 dakikalık bir uçuş deneyimi yaşadık. Gerçekten hayatımda edindiğim en güzel seyahat deneyimlerinden biriydi. 🙂 İyi ki yapmışız! Seyahatimize başka bir boyut kazandırdı. Zaman açısından size kazandıracağının yanı sıra camdan gördüğünüz manzara o kadar güzel ki… Hafızanıza bir kazınıyor, bir daha çıkması zor.

Tepeden gördüğünüz mavi ve yeşilin tonları mükemmel! Ayrıca çok yüksekten uçmadığı için hiç sallanmıyor da… Bir ara gerçekten kendimizi Geyikli-Bozcaada feribotunda gibi hissettik 🙂 O nedenle kesinlikle ama kesinlikle bu iki ada arası uçuşu tavsiye ederiz!

Not: Oradayken öğrendik ki, hava kötü olduğunda feribotlar iptal olabiliyormuş ama uçaklar çok nadiren iptal oluyormuş.

PRASLIN ADASI – CONSTANCE LEMURIA

Praslin Adası, Seyşeller’in 2. büyük adası olarak geçiyor. Üstelik Dünya’nın en ünlü ilk 5 plajından 2’si bu adada yer alıyor, Anse Georgette ve Anse Lazio. O nedenle bence görülmesi gereken bir ada. Tatilimizin geriye kalan 2 gecesini de bu adadaki Constance Lemuria’da geçirdik.

Otel, havalimanına sadece 10 dakika mesafede. Otele vardığınızda sizi resepsiyon önünde bir seramoni ile karşılıyorlar. Kocaman ahşap kapıların önünde duran gongu çalıyorsunuz ve ardından resepsiyon kapıları açılıyor ve check-in işlemleriniz için resepsiyonistler size hemen birer içecek ikram edip, mis kokulu ıslak havlulardan veriyorlar. Çok tatlı bir karşılama olmuş. Bir de resepsiyonun konumu doğrudan okyanusa baktığı için kapılar açılınca sanki cenneti görüyor gibi oluyorsunuz. Güzel mimari ve güzel bir karşılama seramonisi olmuş. (Özüm bunu beğendi 🙂 )

Check-in işlemlerimiz esnasında bize bir adet Constance Lemuria pasaportu verdiler. Gerçekten pasaport görünümünde olan minik bir kitapçık aslında bu verdikleri. İçerisinde, odanıza ve konaklamanıza ait bilgilerden tutun da, otelin haritasına, otelde konaklarken görebileceğiniz hayvan ve bitki türlerinin anlatımınından tutun da, akşam yemeklerinde uyulması gereken kıyafet kurallarına kadar her türlü bilgi yer alıyor. Biz bu fikre bayıldık!

Resepsiyon alanından girince ise sizi bir çift Tavus Kuşu göreceksiniz. O kadar güzeller ki… Otelin her yerinden özel bir türde hayvan çıkabilir 🙂 Doğa ile iç içe olmak dedikleri tam olarak da bu 🙂

Konakladığımız oda tipi Junior Suit‘ti. Gayet yeterli büyüklükte ve konforluydu. Banyo kısmı ile oda çok tatlı bir pencere ile ayrılıyordu.

Önünde bahçesi vardı ve o bahçe Grand Anse Kerlan isimli plaja açılıyordu. Ancak plajı doğrudan göremiyorsunuz.Yine gizemli bir yolla bağlanıyorsunuz. Palmiyelerin arasından geçerek kumsala ulaşıyorsunuz. Bu plaj kocaman olmasına rağmen ana plaj olarak geçmiyor.

Petite Anse Kerlan

Grand Anse Kerlan biraz daha açık denize baktığı için yüzmek özellikle rüzgarlı havada biraz tehlikeli oluyormuş. O nedenle genellikle ana plaj sayılan ve tesisi de olan Petite Anse Kerlan tarafı tercih ediliyor.

Anse Georgette

Plajlar konusunda otelin en güzel özelliği ise, Dünya’nın en gözde plajlarından biri olan Anse Georgette plajına otelin içerisinden erişim sağlanıyor olması idi. Tabi ki burası da kamuya açık bir plaj ama otelin içerisinden bağlanıyorsunuz.

Resepsiyondan sizi buggy ile götürüyorlar. Her saat başı da ring seferle resepsiyona geri dönebiliyorsunuz.

Bu plajda tesis yok. Giderken havlunuzu, suyunuzu ve diğer tüm ihtiyaçlarınızı yanınızda taşımalısınız.

Gerçekten hayatımda gördüğüm en güzel plajdı. Gittiğimizde güneş kavursa da deniz biraz dalgalıydı. Baransel çocuklar gibi bodysurf yaparak eğlenirken ben sadece ıslanmakla yetindim. Mutlaka ama mutlaka görülmesi gereken bir plaj olduğunu söylemeliyim!

Otelin diğer bir özelliği ise 18 delikli golf oteli olması. Hatta önemli şampiyonalara da ev sahipliği yapıyor. Buraya gerçekten dünyanın dört bir yanından insanlar golf oynamak için de geliyorlar.

Muhteşem bir manzaraya karşı, muhteşem bir doğa içerisinde golf oynamak, ilgim olmamasına rağmen bana bile cazip geldi 🙂 Eğer siz de merak ederseniz ve denemek isterseniz otelden ekipman ve eğitmen talep edebilirsiniz.

Petite Anse Kerlan’da bulunan Takamaka Beach Bar

Diğer bir konu ise gastronomi konusu. Sanırım Seyşeller’de yediğimiz en iyi yemekleri bu otelin restoranlarında yedik. Bir öğlen pool barda hamburger yiyerek geçirdik, akşamına ise Diva Restaurant’ta gastronomi ziyafeti çektik. Sabah kahvaltıları resepsiyonun oradaki açık büfe hizmeti veren Legend isimli restorandaydı ve gerçekten çok güzeldi. Diğer öğlen yemeğimizi Takamaka isimli beach barda yedik ve orada yediğim tavuklu mango salatasının tadı hala damağımda.

Son akşam yemeğimizi ise The Nest isimli, lokal mutfağı Afrika mutfağı ile harmanlayan bir restoranda yedik. bu restoran gün batımı manzarası ile meşhur. Öncesinde kayaların üzerinde günbatımını izledik, ardından yemeğe geçtik. Çok keyfiliydi. Hava bozuk olmasına rağmen azıcık ucundan bir portakallık bile yakaladık.

Eğer  özel bir yemek ya da günbatımı tasarlamak isterseniz, On the Rocks denilen yerde, kayaların üzerinde romantik bir akşam yemeği ya da golf sahasının manzarası en güzel alanında size müthiş bir günbatımı anı tasarlıyorlar. Bunun için önden rezervasyon yaptırmanız lazım.

Diva Restoran’da yemek yediğimiz akşam bizi odamıza götürmek için gelen buggy’i kullanan görevli genç inanılmaz sempatikti. Bizim de keyfimiz yerindeydi ve odaya dönmek istemiyorduk 🙂 “Biz odaya dönmek istemiyoruz ne yapabiliriz?” diye sorduk, o da “Sizi özel bir gezintiye çıkartabilirim.” dedi ve biz de kabul ettik. Buggy ile zifiri karanlık içerisinde golf sahası alanının yüksekte bir bölümüne çıktık. Kafamızı kaldırdığımızda gördüğümüz manzara inanılmazdı! Sanki elimle uzansam alacakmışım gibi yakında ve kocaman elmas parlaklığında yıldızlar bize şov yapıyordu. Orada biraz romantik romantik takıldıktan sonra, en uzun yoldan giderek bizi odamıza bıraktı. Bizim için çok özel ve güzel bir anıydı. Adını hatırlamıyorum ama o genç görevliye tüm kalbimle teşekkür ediyorum 🙂

Bu otelde konaklarken ilk gün hava bozuktu. O nedenle denize giremediğimiz için zamanı SPA’da değerlendirmek istedik. U SPA‘yı deneyimleme şansımız oldu. Çok şanslıydım ki hamile masajı vardı. Ben 60 dakikalık hamile masajı yaptırdım. İki ayağımın arasına hamile yastığı koyup beni bir sağa bir sola döndürerek sırtıma ve arka bacaklarıma masaj yaptılar. Sonrasında da sırtüstü yatırıp karın bölgem hariç ön tarafıma masaj yaptılar. O kadar iyi geldi ki size anlatamam. Tavsiye ederim!

Constance Lemuria da Ephelia gibi çocuklu aileleri kabul ediyor. Ancak gözlemlediğim kadarıyla otele gelen misafirler genelde çiftlerden oluşuyordu. Yine Avrupalı misafir çoğunluktaydı. İki otelin de atmosferini  kıyasladığımda Ephelia’nın bir tık daha çocuklu ailelere, Lemuria’nın ise çiftlere hitap ettiğini söyleyebilirim.

Biz bu otelde kalmaktan da çok büyük keyif aldık. Plajları, yemekleri, SPA’sı ve içeride yarattıkları atmosfer çok güzeldi. O nedenle gönül rahatlığı ile tavsiye ederiz.

DÖNÜŞ YOLUNDA DOHA’DA 1 GECE KONAKLAMA KEYFİ

Qatar Airways’in misafirlerine ekonomi ya da business yolcusu olarak ayırmadan verdiği diğer bir güzel hizmet ise, 8 saat ve üzeri aktarmalarında Doha’da anlaşmalı olduğu onlarca otelden birinde sizi ücretsiz olarak konaklatıyor olması. Dilediğiniz oteli size snulan listeden kendiniz seçiyorsunuz. Bizim de dönüşte aktarmamız neredeyse 20 saat kadar olduğu için, uçak biletini aldıktan sonra Qatar Airways’in internet sitesinden belirttiğim tarihte müsaitliği olan oteller arasından seçtiğim Marriott Marquis City Center‘da kaldık. Hemen belirteyim, bavullarınızı bu aktarma sırasında almıyorsunuz. O nedenle böyle bir aktarma yapacaksanız yanınıza kabin boy bir bavul alıp içine pijamalarınız, ertesi gün giyecekleriniz, diş fırçanız, şarj aletleriniz gibi lazım olabilecek eşyalarınızı koymayı unutmayın.

Qatar, Türk vatandaşlarından vize istemiyor. Dolayısıyla bu imkanı kullanmak bizler için daha kolay. Pasaport işlemlerinden sorunsuzca geçebiliyorsunuz. Biz 1 gün için para bozdurup Qatar Riyali almadık yanımıza. Dilerseniz havalimanında bu işlemi yapabilirsiniz. Ama heryerde kredi kartı geçtiği için ve en kötü yanımızdaki Euro’dan bozdururuz düşüncesiyle gerek duymadık ve hiç de ihtiyacımız olmadı. Havalimanından çıktıktan sonra Orta Doğu’da oldukça yaygın olan Careem ya da Uber ile gideceğiniz otele kolayca ulaşabilirsiniz. Biz hep Careem kullandık ve çok memnun kaldık. Tabi ki ulaşım fiyatları benzinin litresi pul olduğu için oldukça uyguna geldi. O yüzden korkmadan bindik 🙂 Careem kullandığımız için yanımızda ulaşım için nakit taşımamıza da gerek olmadı.

Otele vardığımızda bizi bir sürpriz karşıladı. Nedenini hala bilmiyoruz ama sanırım otel tamamen doluydu, o nedenle bizi en üst katta bulanan kral dairesine verdiler 🙂 Gerçekten bizim evden daha büyük bir odaydı 🙂 En üst katta olunca da manzara şahane gözüküyordu. Otelin diğer bir özelliği de kendi içinden asansörle bir alışveriş merkezine bağlanıyor olmasıydı. Kısa bir alışveriş turu yapayım derseniz güzel olabilir.

O gece melekler gibi uyuduk. Sabah kalkıp duşumuzu alıp güne yepyeni bir şekilde başladık. Uçağımız 14:30’daydı, o nedenle yarım günlük bir zamanımız vardı. Azıcık Doha havası alalım diye kendimizi attık erkenden sokağa. Hava çok güzeldi. Ne kavuruyor ne de üşütüyor. Hala yaz ama yakmıyor da. Dubai’de 50 dereceyi gördüğümüz için zamanında, o yanma ne demek iyi biliyoruz 🙂

Sabah kahvaltısı olarak en yüksek puanlardan birini alan ve sizlerden de gelen mesajlar doğrultusunda Eggspectation‘ın yolunu tuttuk. Burası Doha’nın incisi Pearl denilen yapay bir adada yer alıyor. Kahvaltı gayet güzeldi, ortam çok Amerikan’dı 🙂 Fiyatlara gelecek olursak, arkadaşlar Qatar Riyali ne yazık ki Türk Lirası’ndan değerli. Yaklaşık olarak herşeyi 1,5’la çarpıyorsunuz. Ne hallere düştük… Adamlar müthiş zengin tabi koymuyor onlara… Sokaklardaki arabaları görseniz zaten anlarsınız durumu. Kısacası Qatar bize kıyasla ucuz bir memleket değil. Ettiğimiz kahvaltıya günün sonunda 300TL ödemiş bulunuyoruz 🙂 Eğer otelde kahvaltı alacak olsaydık da 60Euro ödeyecektik. O nedenle iki mekan görelim dedik, pişman değiliz 🙂

Kahvaltıdan sonra Pearl Adası’nda biraz gezindik. Saatler öğlene yaklaştıkça güneş kızgınlığını arttırdı, ben de yorulmaya başladım. O nedenle otelin altındaki alışveriş merkezinde gidip bir tur atıp çıkalım dedik. Ada’ya göre çok tatlı şeyler satan bir dükkan bulduk. Günün kısmetlisi yine Ada kız oldu 🙂 Ona bir kaç parça şey aldıktan sonra, otelden ayrıldık. Havalimanında yine hamile olduğum için beni pasaport sırasında VIP kısmında geçirdiler 🙂 Sonra İstanbul’a rahat bir uçuşla vardık.

Eğer sizin Doha’da daha fazla zamanınız olursa, mimarisiyle oldukça beğeni toplayan İslami Eserler Müzesi‘ni ve Souq Waqif denilen pazar alanını da görebilirsiniz.

***

Umarım bu gezi size de ilham olur ve bir gün Seyşeller’i siz de görebilirsiniz. İlk bölümde anlattığımız Seyşeller’e uçuş, Mahe Adası ve Constance Ephelia’da konaklama deneyimlerimize ve Seyşeller’e gitmeden önce bilmeniz gereken önemli noktalara buradan ulaşabilirsiniz.

Herhangi bir sorunuz olursa bize her zaman kucukmartha@outlook.com dan ulaşabilir, Seyşeller seyahati boyunca paylaştığımız post ve storylere instagram hesaplarımızdan (@kucukmartha ve @baranseldogan ) ulaşabilirsiniz.

Çok Sevgiler

Özüm & Baransel

 

SEYAHAT

BİR BABYMOON HİKAYESİ; SEYŞELLER BÖLÜM 1 – UÇUŞ VE PLANLAMA – MAHE ADASI & CONSTANCE EPHELIA

Son bir kaç yıldır her yılbaşında bir tropik rota belirliyorum kendimce, bir nevi dilek gibi… “Bu yılki büyük hedefim şurası” diye içimden geçirip, bir süre sonra da araştırmalara başlıyorum. 2015’te Bali, 2016’da Maldivler ve 2017’de Phuket & Krabi seyahatinden sonra 2018 için yüreğimden geçirdiğim rota Seyşeller’di. Kış ortasında yaza kaçamak yapmanın tadına bir kere varınca ve döndükten sonra hem ruhumuza hem bedenimize ne kadar iyi geldiğini görünce, bunu her sene farklı bir rota ile tekrarlamak istedik. Tam da Seyşeller tatili hazırlıklarına başlamıştık ki hamile olduğumu öğrendik 🙂 Bu da bize çok güzel bir sürpriz oldu. Meğer 2018 için “babymoon” rotası dilemişim de haberim yokmuş.

NEDEN SEYŞELLER?

Herşeyin başında Seyşeller için Türk vatandaşlarına herhangi bir vize uygulaması bulunmuyor. Bazı ülkelerdeki gibi kapıdan belirli bir ücretle vize alımı da söz konusu değil. O nedenle vize masrafı ve külfetiniz olmuyor.

İkincisi ise, Seyşeller’in nispeten bir çok tropik yere kıyasla yakın olması. Yani uçuş süreleri ve aktarma aralıkları oldukça makul. Üstelik promosyon dönemlerini yakaladığınızda gayet uygun uçak biletleri bulabiliyorsunuz. Bunun için aylar öncesinden takibe başlamanız gerek tabi. 🙂

Üçüncüsü Afrika kıtasına ait bir ada olmasına rağmen, Seyşeller için öngörülen herhangi bir aşı ya da sağlık önlemi belirtilmiyor. Mesela sarıhumma gibi bir aşı olunması gereken bir yer olsaydı gidemeyecektim. O nedenle hamileyken kendinize bir rota belirlerken önce bu alınması gereken sağlık önlemlerini kontrol edip, doktorunuzla mutlaka konuşun.

Esas ana sebebimiz ise kış ortasında yaza gidecek olmak, palmiyelere kavuşacak olmak, hindistan cevizini dalından taze taze içecek olmak ve tabi ki denize girebilecek olmaktı… Seyşeller aslında yılın 12 ayı ziyaret edilebilen bir ada ama bazı dönemlerinde çok daha fazla yağış alıyor. Sıcaklık tüm yıl 28-32 derece arası olurken, Ocak ve Şubat ayları en fazla yağış aldığı aylarmış. Seyşeller’e gitmek için mükemmel zamanlama ise Nisan-Mayıs ve Ekim-Kasım ayları olarak öneriliyor. Aralık ve Mart ayları ise arada bir yağıp geçen yağmurlar ve sonrasında açan güneşle meşhur.

Kısacası zamanlama ve şartlar Seyşeller’de bir babymoon seyahati yapmak için oldukça müsaitti.

SEYŞELLER’E UÇUŞ DENEYİMİ

Hangi havayolu ile uçarsanız uçun, uluslararası sivil havacılık kuralları gereği hamileliğinizin 28. haftasından 35. haftasına kadar (35 dahil) doktorunuzdan alacağınız “Uçmasında engel yoktur” yazılı raporunuzla ancak uçağa kabul ediliyorsunuz. Eğer ki birden fazla bebek bekliyorsanız bu süre sizin için 31. haftaya kadar kısalıyor. Yani örneğin ikiz bebek bekliyorsanız 32. hafta itibariyle doktor raporu dahi olsa uçağa kabul edilmiyorsunuz. Tüm gebelikler için ise 36. haftadan itibaren ise uçuş yasağı başlıyor. Artık evinde otur ve doğumunu bekle, daha fazla gezme diyor yani sana 🙂 Tüm bunların yanında hamileliğin ikinci trimesterı denilen 14.-28. hafta arası olan dönem sizin enerjinizin en yüksek olduğu dönem de olduğu için “babymoon” geleneği tüm dünyada işte bu 2. trimester denilen dönemde gerçekleştiriliyor. Yani 21 haftalık bir hamile olarak benim için mükemmel zamanlamaydı diyebilirim.

Hamileliğimle ilgili herşeyin yolunda gittiğini ve uçmamda herhangi bir sakınca olmadığı bilgisini aldıktan sonra hemen seyahatimizi planlamaya başladık. Daha önce Maldivler’e uçtuğumuz ve çok memnun kaldığımız Qatar Airways ile yine Doha aktarmalı şekilde Seyşeller’e uçtuk. Maldivler’den sonra Hint Okyanusu’nda en kısa uçuş mesafesindeki tropik ada Seyşeller. Dolayısıyla uçuş mesafesi de yormuyor. Üstelik 21 haftalık hamile olduğum için aktarma yapacak olmak benim oldukça işime geldi. Çünkü o aradaki 1,5 – 2 saatlik aktarma süresi yürüyüş yapabildiğim, birşeyler yiyebildiğim, dilersem duş bile alabildiğim kısacası kan dolaşımıma iyi gelen bir süre olacaktı.

İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan 28 Kasım Çarşamba akşamı saat 20:05’te kalkan uçağımız 3,5 saat sonra ilk durağımız olan Doha’ya vardı. Daha önce Doha Hamad Havalimanı’nı yine aktarma sayesinde ziyaret ettiğimiz için, bu aktarmanın bize konfor sağlayacağını biliyorduk. Gerçekten çok güzel ve yolculara çok fazla imkan sunan bir havalimanı.  2 saatlik kısa bir aktarmanın ardından, hayatımda bindiğim en büyük uçaklardan biriyle Seyşeller’e doğru uçmaya başladık. Doha – Seyşeller arası toplamda 5 saat sürüyor. Ama gece yarısından sonra uçtuğunuz için yolculuğunuz muhtemelen uyuyarak geçecektir. Biz oldukça şanslıydık ki, uçağın %70’i boştu. Dolayısıyla orta alandaki dörtlü koltukların her birine ayrı ayrı yayılıp adeta yataktaymışız gibi uyuyarak gittik.

Yolculuk boyunca dikkatimi çeken ve beni çok mutlu eden birşey oldu. Hamile olduğum için, biz hiç bir görevliden yardım ya da ayrıcalık istemememize rağmen ve önceden check-in yapmış olmamıza rağmen, daha İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’nda bagajlarımızı verirken dahi, rahat edeceğimizi düşünerek bizi ekonomi sınıfının en önündeki ikili koltuklara aldılar. Gerçekten çok rahat ettik. Hamileyken uçuyorsanız bu konu aklınızda bulunsun. En öndeki alan biraz daha geniş olduğu için sizin için daha konforlu olacaktır. Normalde bu koltukları çocuklu/bebekli ailelere öncelik olarak veriyorlarmış. Uçakta ihtiyacı olan bebekli bir aile de olmadığı için ikinci öncelik sırası bizdeydi 🙂 Bu durum tüm seyahat boyunca yaptığımız uçuşlarda gerçekleşti buarada. Ama zaten Seyşeller uçuşunda uçak boş olduğu için rahattık.

Seyşeller Mahe Havalimanı

Diğer bir konu ise, uçuş sırasında hamile olduğum için hosteslerin bana ekstra ilgi göstermesiydi. Örneğin Seyşeller’e uçarken ortadaki dörtlü koltuklarda ben yatarken ara ara başucuma meyve tabağı ya da atıştırmalıklar bıraktılar. Bir tane hostes bana gelip “Sık sık su içmelisin, sakın ihmal etme!” diyerek sürekli su taşıdı. Gerçekten prenses gibiydim 🙂 Yolculuk boyunca bu kadar rahat olmamın en büyük nedenlerinden biri de bu ilgiydi sanırım. Oldukça güvende hissediyordum. Buradan tüm Qatar Airways hosteslerine ve yer görevlilerine kucak dolusu sevgilerimi iletiyorum 🙂

Son olarak Seyşeller’e vardığımızda, 50 kişilik bir sırada pasaport kontrolünü beklerken, önümüzdeki yolcuların biz sormadan bizi öne geçirmeleri oldu. Biz “Gerek yok!” dedik, ona rağmen “Lütfen!” deyip ısrar ettiler. Kısacası, medeniyet ve insanlık ölmemiş 🙂 Bu hissiyat çok iyi geldi!

Sabah 09:00 civarı uçağımız muhteşem bir manzaraya doğru inişe geçti. Hava o kadar güneşli ve güzeldi ki… Uçağın camından bakarken gördüğüm denizin ve ağaçların rengi adeta parlıyordu. Daha uçak yere inmeden bile hissettiğim şey “iyi ki geldik” mutluluğuydu.

SEYŞELLER PLANINI NASIL YAPTIK?

Bu seyahatimizde Setur Selectin ellerine emanettik. Otel, otel-havalimanı arası transferler ve iki ada arası yaptığımız uçuşun organizasyonunu Setur Select yaptı. Arkamızda bir acente güvencesiyle gitmek bu defa bana çok iyi geldi. Çünkü en ufak birşeyde arayabileceğim birinin olduğunu bilmek özellikle hamileyken çok mantıklıydı. Biz aynı mantıkla balayında da ilerlemiştik. Bali’ye giderken de acente desteği almıştık, çünkü ne o planlamayla uğraşacak zamanımız vardı ne de halimiz. O nedenle çok iyi bir fikirdi. Bu seyahatimiz de bir nevi balayı kafası olduğu için kendimizi hiç yormak istemedik.

Setur Select bizim için, ilk 2 gece ana ada olan Mahe Adası’nda, ardından 2 gece de Praslin Adası’nda geçireceğimiz şekilde 4 gecelik bir program yaptı. 4 gün Seyşeller için gayet güzeldi, ama biz adaların içerisinde gezmedik. Özellikle ana ada Mahe, oldukça büyük bir ada ve mesafeler birbirinden oldukça uzak. Tek şerit yollar ve virajlar sayesinde en yakın mesafe 30 dk-1 saat civarı oluyor. Normalde baştan başa araba kiralayıp adayı gezmek ya da diğer iki büyük ada olan Praslin ve La Digue’de de keşfe çıkmak üzerine bir seyahat planlasaydık en az 1 hafta kalmamız gerekirdi. Ama amacımız tamamen romantik ve bol dinlenmeli bir tatil olduğu için 4 gün sadece bulunduğumuz yerde kalmayı tercih ettik, bu şekilde de gayet güzel yetti, bir şey kaçırıyormuşuz hissini hiç yaşamadık.

Setur Select’in önerisiyle bu seyahatimizde Constance Hotels grubunun iki farklı otelini deneyimledik. İlk 2 gün Mahe adasında yer alan Constance Ephelia‘da, diğer 2 gün ise Praslin adasında yer alan Constance Lemuria‘da kaldık. Bu iki otel de oldukça büyük ve sağladığı imkanlar açısından da oldukça yeterli. Özellikle plajlar konusunda her iki otel de muhteşem konuma sahipler. O nedenle harika bir seçim oldu diyebilirim.

Konaklamalarımızı yarım pansiyon olarak ayarladık çünkü Seyşeller, “Ben bir otelden çıkayım, restorana gideyim.” diye plan yapabileceğiniz bir yer değil. Restoranlar çoğunlukla otellerin içerisinde. Yine bir otelden çıkıp başka bir otele gitmeniz gerekecek. Öğlen yemeklerimizi ise otelden ekstra olarak alıp pizza, salata gibi şeylerle karnımızı güzelce doyurduk. Bu şekilde ekonomik olarak da mantıklı oldu. Seyşeller’de konaklama tipinizi yarım pansiyon olarak düşünmenizi bu nedenle tavsiye ederiz.

Tüm transferlerin de önceden ayarlanmış olması bizim için yine çok mantıklı oldu. Seyşeller’in neredeyse tek geçim kaynağı turizm olduğu için, adada herşey oldukça pahalı. Buna ulaşım da dahil. Taksi fiyatları genelde Euro üzerinden hesaplanıyor. Örneğin 20KM’lik bir mesafe (ki bu yakın sayılır) için 60Euro gibi bir rakam istiyorlar. Otobüs ise oldukça ucuz ama bizim zamanımız kısıtlı olduğu için o kısma hiç girmedik. Taksi mi transfer mi dersen de transferin paket program içerisine dahil edilmesi çok daha mantıklı olur derim. Diğer bir alternatif ise araba kiralamak. Ama siz de bizim gibi otelden dışarıya pek çıkmayacaksanız arabanızın otelin önünde yatmasına da gerek yok. Ama adayı gezme gibi bir planınız varsa, trafik sağdan (yani İngiliz sistemi) olmasına rağmen, yollar tek şerit olduğu için rahatça kullanabilirsiniz bence.

MAHE ADASI – CONSTANCE EPHELIA

Mahe Adası, Seyşeller’in başkenti Victoria’nın ve uluslararası havalimanının bulunduğu en büyük ada. Ünlü plajları ve bir çok otelin bu adada bulunması nedeniyle de en çok ziyaret edilen ada olarak geçiyor. Yukarıda bahsettiğim gibi biz ilk 2 gece Constance’ın Mahe adasında bulunan Ephelia ismindeki otelinde kaldık. Havalimanından otele varış transfer ile yaklaşık olarak 30-40 dakika kadar sürüyor. Bu süre nispeten kısa bir süre, zaten etrafınızdaki manzaraya bakarken yolun nasıl geçtiğini de anlamıyorsunuz.

Otele vardığımızda bizi mis gibi kokan ıslak havlular ve ferahlatıcı içeceklerle karşıladılar. “Oh!” dedik! Tropiklere şimdi gerçekten vardık! 🙂 Resepsiyondaki kısa check-in işlemimizin ardından, odamızın temizliği henüz bitmediği için (sabah 10:00 civarı varmıştık) bize mini golf arabalarıyla otelde tur attırıp bilgiler verdiler.

Constance Ephelia oldukça büyük bir otel. Toplamda 350 civarı odası var. İki adet büyük plajı, 5000 m2’lik bir SPA alanı, kendi içerisinde bir mangroove ormanı, spor alanları, çocuk kulübü, 5 adet restoranı (Corossol, Helios, Adam & Eve, Cyann ve Seselwa) ve 5 adet barı (Zee bar, Helios bar, Adam & Eve bar, Cyann bar ve Seselwa bar) var. Öyle büyük bir ormanın içerisine o kadar düzgün bir mimari ile yerleşmiş ki, ağaçlardan binaları pek göremiyorsunuz ve o koca alanda asla 350 adet oda dolusu insan varmış gibi hissetmiyorsunuz. Bizi gezdirirlerken özellikle otelin dolu olup olmadığını sorduk ve %90 oranında dolu dediler. Sonraki gün ise buna gerçekten inanmakta güçlük çektik 🙂 O nedenle mimarisine ve yerleşim planına gerçekten hayran kaldım.

İlk gün bizi öğlen yemeği için otelin Helios isimli Akdeniz mutfağından lezzetler sunan restoranına yönlendirdiler. Helios isminden de anlaşılacağı üzere Yunan ezgileri taşıyan bir restoran ve mönüde bazı soğuk mezelerimiz, hatta Türk kebabı bile var 🙂 Ama pizza, hamburger ve salata gibi seçenekler de mevcut.

20 Numaralı Beach Villa

Lezzetli bir yemeğin ardından “Beach Villa” tipindeki odamıza yerleştik. İlk işim saatlerdir üzerime yapışmş olan siyah taytı çıkartıp mayomu giymek oldu 🙂 Sonra da hemen hoop denize!

Beach Villa tipi odaların her birinin ayrıca kendilerine ait havuzları bulunuyor. Biz uzak doğudan bu konsepti epey seviyoruz. O nedenle odamıza resmen bayıldık!

Her şey en ince detayına kadar düşünülmüştü. Odada Nespresso makinesi olmasından tutun da,  aile boyu konaklayanlar için kapıda boy boy bisikletler bile bulunuyordu. Ayrıca plaj havlusu sakın taşımayın yanınızda. Her odada ve odaların haricinde plajlarda bolca havlu bulabilirsiniz.

Kuzey Plajı

Otelin iki adet plajı bulunuyor, bunları Kuzey ve Güney olarak ikiye ayırmışlar. En çok Kuzey plajı tavsiye ediliyor çünkü Güney plajı gel-gitten daha fazla etkileniyor. Beach Villa dediğimiz oda tipleri de bu Kuzey plajının arkasına yerleştirilmiş. Dolayısıyla plaj ve odanız arasında gidip gelmek çok kolay.

Kuma değer değmez herkesin elinde hindistan cevizlerini görünce heyecanla hemen koştum, ben de istiyorum dedim 🙂 Meğer o adam dışarıdan gelen bir satıcıymış 🙂 (henüz plajların kamuya açık olduğunu anlamamıştım) Adam bize iki adet hindistan cevizini 20 Euro’ya vermesin mi?! Ben şok! E daldan topladın? 🙂 Sonra para üstünü de bir güzel lokal para olarak verdi.

Neyse bare fotoğrafımızı çek dedim 🙂 Sonra otelin beach barına gittik ve garson bize pina coladayı yarı fiyatına getirince aşırı pişman oldum 🙂

Seselwa‘nın garsonu elimizdeki hindistan cevizlerini görünce bizi uyardı, bazen para üstü getireceğim deyip getirmeyen oluyormuş, “Dikkat edin, başında bekleyin mutlaka!”dedi. Biz öyle bir sorun yaşamadık ama siz de heyecanlanıp her gördüğünüz satıcıdan hindistan cevizi almaya kalkmayın 🙂 O günden itibaren 4 gün boyunca sadece muhteşem pina coladalardan içtik 🙂

Kuzey plajında gün batımları da muhteşem oluyor. 2 gün boyunca inanılmaz gün batımlarına denk geldik. Ayrıca günbatımı saatinde happy hour da yapılıyor ve Seselwa’da kokteyller yarı fiyatına iniyor.

Güney Plajı

Güney Plajı gel-git olayından çok fazla etkilendiği için çok tercih edilmiyor. Hatta bazen sular öylesine çekiliyormuş ki karşıdaki ada ile arasında bir yol oluşuyormuş. Biz gittiğimizde o karşıdaki adada Rusya Big Brothers çekiliyordu. 🙂

Otelde yarım pansiyon konaklama tipinde kaldığımız için, sadece öğlen yemeklerimizi ve beach barda içtiğimiz içeceklerimizi ekstra olarak ödedik. Bu şekilde çok makul oldu. Zaten daha önce Maldivler yazımda da belirtmiştim ki, bu tarz yerlere seyahat ediyorsanız en mantıklısı ve ekonomik olanı baştan yarım pansiyon konaklama seçeneğini seçmek! İlk akşam yemeğimizi otelin açık büfe olarak hizmet veren ana restoranında yani Corossol‘da yedik. Oldukça güzel bir açık büfeye sahip olan restoranda hemen hemen her damak tadına göre bir lezzet bulabilirsiniz.

İkinci akşam ise rezervasyonumuzu yaptırıp Seselwa‘da yedik. Burada konsept olarak her bir misafire 3 course sunuluyor yani mönüden herkes bir adet başlangıç, bir adet ana yemek ve bir adet tatlı seçiyor. Birer kadeh şarabınız da dahil! Ben burada barbun ve mango salatası yedim ve çok beğendim. Corossol dışındaki tüm restoranlara yarım pansiyon dahi olsanız rezervasyon yaptırmanız gerekiyor.

Sabah kahvaltıları için ise iki adet seçeneğiniz var. Biri Corossol’un açık büfesinden kahvaltı etmek, diğeri ise yine rezervasyonla Seselwa’da kahvaltı etmek. Biz hem odamıza yakın olduğu hem de ortamını beğendiğimiz için iki gün de Seselwa’da kahvaltı ettik. Çok lezzetliydi! Mutlaka bir gün enazından burada kahvaltı etmenizi öneririm.

Özel bir yemek planlamak isteyenler için ise plaja özel masa kuruyorlar ve size özel olarak servis yapıyorlar. Biz bir çiftin masa hazırlığına denk geldik, gerçekten çok romantik görünüyordu. Darısı başınıza 🙂

Otel o kadar büyük ki bazen sıcakta yürümek zor gelebilir, o zaman siz de odanıza buggy (golf arabası) çağırıp gideceğiniz yere kolaylıkla gidebilirsiniz. Ayrıca resepsiyon önünden Kuzey Plajı’na her 15 dakikada bir ring servis de dönüyor.

Kısacası odanızın uzakta olması gibi bir probleminiz yok. Kuzey Plajı ve resepsiyon alanı arasında yürümek isterseniz de (15 dakika gibi sürüyor) muhteşem bir doğa içerisinde yürümüş olacaksınız.

Ayrıca sizi Seyşeller’in simgesi dev kaplumbağaların (Aldabra Giant Totoises) bulunduğu bir alan da karşılayacak. Her gün belirli saatlerde misafirlerin kaplumbağaların yanına girmesine ve onları beslemesine izin veriyorlar. Otelde bulunan en büyük ve en yaşlı kaplumbağa 120 yaşında. 🙂

Otelin diğer bir güzel özelliği ise ormanın içerisine kurdukları Zipline aktivitesi idi. Bizim denemeye fırsatımız olmadı maalesef ama çok güzel bir parkurdu. Yine belirli saatlerde yapıldığı için önceden arayıp rezervasyon yaptırmanız gerekli.

Seyşeller dalış ve şnorkel için de muhteşem bir bölge. Tabi gittiğiniz dönemdeki hava ve denizin durumu bunu etkileyebilir. Biz Kuzey Plajı’nda şnorkel yaptık, ekipmanları ücretsiz olarak otelden alabilirsiniz. Dalış için ise 1 gün önceden mutlaka rezervasyon yaptırmalısınız. Ben zaten hamile olduğum için dalış yapamayacaktım ama Baransel için çok istemiştik. ne yazık ki 2 gün de bir uçağa bineceğimiz için dalış riskli olacaktı (çünkü dalıştan en az 24 saat sonra uçabilirsiniz ki bu aslında 48 saat olarak daha güvenlidir). O nedenle dalış yapamadık ikimiz de. Ama gördüğümüz kadarıyla güzel resifler var. Deneyebilirsiniz!

Diğer bir taraftan plaja her gün dışarıdan sizi çeşitli aktivitelere davet edecek tekneler geliyor. En popüleri balık tutma aktivitesi. Her gün devasa balıkları tutan ekip gelip sahilde şov yapıyor. 🙂

Otelde 5000 m2’lik alanıyla Hint Okyanusu’ndaki en büyük SPA merkezi olan U SPA bulunyor. Biz SPA alanını sadece gezdik, masaja vakit ayıramadık, o hakkımızı Lemuria’da kullandık 🙂 Ama bu güzel SPA’yı da ziyaret etmenizi öneririm.

Otelde konaklayanların %90’ı Avrupalı idi. Çoğunlukla İngiltere, Avusturya, Fransa ve Almanya’dan geliyorlarmış. Fransa, Avusturya ve İngiltere’den Seyşeller’e direkt olarak uçuş varmış ve ortalama 10-11 saat sürüyormuş. O nedenle de tercih ediliyor. Diğer taraftan da Dubai ve Abu Dhabi’ye olan yakınlığı sebebiyle (4 saat uçuş mesafesinde) Araplar için de tercih sebebi. Ama biz gittiğimizde neredeyse hiç Arap yoktu, hep Avrupalı turist vardı. Gelen misafirlerin yarısı çocuklu hatta bebekli ailelerdi.Ama Avrupalı bebeği farklı oluyor biliyorsunuz 🙂 Gördüğümüz en küçük misafir Avusturyalı bir çiftin 2,5 aylık bebeğiydi. Kadın bildiğin yeni doğurmuş ve 10 saat uçup Seyşeller’e gelmiş. O kadar rahattılar ki… İmrenmemek elde değil. Yine söylüyorum ki, otel o kadar güzel yayılmış ki, siz mutlaka kendinize ait bir özel alan buluyorsunuz ve balayı kafasını sonuna dek yaşayabiliyorsunuz.

Son gün kahvaltının ardından, plaja bir grup çocuk ve anneleri geldi. Sanırım tatil günleriydi. Anneler palmiyelerin altında çocuklara yiyecek hazırlarken, çocuklar ise denizin tadını sonuna kadar çıkardılar. O kadar güzel bir görüntüydü ki…

Dayanamadık yanlarına gittik. Bir tane kızın gözüne kum kaçtı ve canı acıyordu, hemen yanına gittim elimdeki temiz suyla gözünü yıkadım ve elbisemle sildim yüzünü. Anlık olarak bana sarıldı ve gitti. Kalbim eridi diyebilirim… Bu da bize güzel bir anı oldu.

Biz Ephelia’nın plajını da, yemeklerini de, doğasını da, kaldığımız odayı da o kadar sevdik ki, otelden dışarı çıkma ihtiyacı hiç hissetmedik. Zaten 2 günümüz olduğu için de tam anlamıyla dinlenmelik bir konaklama oldu. Açıkçası Mahe Adası’nda da görülecek ya da gezilecek çok fazla bir şey yok. Bir kaç ünlü plaj var, ama dediğim gibi bizi otelin plajı tatmin ettiği için dışarı çıkıp koşturmak istemedik. Siz de bizim gibi bir tatil planlıyorsanız, balayı, babymoon ya da çocuklu bir tatil düşünüyorsanız kesinlikle bu oteli tavsiye ederiz.

Not: Otel odanıza bırakılan kartpostalları, resepsiyondaki posta kutusuna atıp istediğiniz adrese gönderebilirsiniz. Üstelik pul almanıza gerek yok, otel sizin için pulu yapıştırıyor 🙂

SEYŞELLER İÇİN ÖNEMLİ NOTLAR

  1. Seyşeller Dünya’nın en pahalı ülkelerinden biri olarak geçiyor. Nedeni ise ülkenin tek geçim kaynağının turizm olması. Ülkede gerçekten yiyecek olarak bile hindistan cevizi dışında neredeyse hiçbirşey yetişmiyor. Hem arazi ve iklim müsait değil hem de yıllarca, önce Fransızlar’ın sonra da İngilizler’in sömürgesi altında kaldıkları için gelişememişler. Eğer gidecekseniz yanınızda Euro götürün. Fiyatları Euro’ya çevirmek daha kolay ve Avrupalı turist fazlalığı nedeniyle Euro’ya daha alışıklar, heryerde kabul ediyorlar ancak para üstünü size Seyşeller Rupisi olarak veriyorlar. Seyşeller Rupisi yazan bir fiyatı Euro’ya çevirmek için ise fiyatı ortalamada 15’e bölmeniz gerekiyor.
  2. Seyşeller’de trafik gibi elektrik sistemi de İngiliz usulü. Otel odalarındaki tüm prizler İngiliz sistemiydi. Ama otelden talep ettiğinizde dönüştürücü veriyorlar. Yine de yedek olsun derseniz evinizde varsa bavulunuza atın derim.
  3. Seyşeller’de ulaşım kısıtlı imkanlarla ve oldukça pahalıya sağlanıyor. Bu nedenle imkanınız varsa araba kiralamak en uygun çözüm. Ama ada içerisinde çok gezmeyecekseniz bizim gibi transfer hizmeti de alabilirsiniz. Örneğin son gün Praslin Adası’ndan Mahe Havalimanı’na uçtuktan sonra, bizim uçağımıza yaklaşık olarak 4 saat kadar bir zaman vardı. Havalimanı çok küçük ve yapacak hiçbirşey de olmadığı için biz de bare en yakın gezilecek yer olan Seyşeller’in başkenti Victoria‘yı görelim dedik. Üstelik her gün kurulan Victoria Market adında bir yerel pazarı da var.Havalimanı – Victoria arası 20 dk kadar sürüyor, bir taksi ile anlaştık, bavullarımızı kendisine teslim ettik, bizi Victoria’ya götürdü, orada bir park alanında bizi bekledi, biz de gezimizi tamamlayıp aynı taksi ile havalimanına döndük. Çünkü havalimanında bagajlarımızı bırakabileceğimiz bir emanet yeri yoktu. Check-in de daha açılmamıştı. O nedenle bu çözüme pazarlıkla tam 60Euro ödedik. Ama başka çaremiz yoktu.Başkent Victoria size gerçekten Afrika’da olduğunuzu hissetiriyor. Pazar daha çok yiyecek pazarı olsa da, hediyelik eşya açısından da bir çok seçenek bulabilirsiniz. Buarada sokakların birinde resmen önünden geçerken kokusuyla bizi cezbeden aşırı lokal bir fırına girdik ve 2 çeşit kurabiye aldık, biri hindistancevizli diğeri ise bademliydi. Hayatımızda yediğimiz en güzel kurabiyeydi sanırım. Sonra dayanamadık dönüp birer tane daha aldık 🙂 Tanesi 5 Rupi idi. Olur da giderseniz lütfen bizim için de o güzel kurabiyelerden yiyin 🙂Fırının ismi PRg Boulangerie.Diğer bir sokakta ise Seyşeller’in tek milli içkisi olan ve orada üretilen bir çeşit rom olan Takamaka‘yı satan bir bakkal bulduk. Havalimanından daha uygun fiyata buradan aldık. O da iyi oldu.  Dilerseniz Mahe Adası’nda yer alan Takamaka Damıtım Evi‘ni ziyaret edip tadım da yapabilirsiniz.
  4. Mahe Havalimanı’nda check-in yapıp içeri girdikten sonra karnınız acıkırsa içeride sadece Burger King var. Ama girmeden dışarıda iç hatlar tarafına yürürseniz bir kafe göreceksiniz, orada da birşeyler atıştırabilirsiniz. Bizim karnımız içeri girdikten sonra tabiki acıkmıştı ve Burger King öyle güzel geldi ki anlatamam. Aylar hatta belki 1 yıl sonra ağzıma fast food hamburger sürdüm ama pişman değilim 🙂 Diğer bir konu ise havalimanından alınabilecek hediyelik eşyalar… Bir kaç dükkan var ve kaliteli ürünler satıyorlar. Özellikle üst kattaki hediyelik eşya dükkanlarına bakın derim, farklı şeyler var. Ucuz değiller! Hatta benim gibi magnet koleksiyonunuz varsa ve Victoria’ya giderseniz oradan alın, havalimanında 2 katı daha pahalı.
  5. Seyşeller’deki 4 günümüzde 2 gün hava muhteşem güneşliyken 2 gün ise yağmurluydu. Ama yağmurlu hali bile sıcak ve keyifli olduğu için aldırmadık. Yani sezon ne olursa olsun böyle sürprizler olabilir. Hazırlıklı olun, üzülmeyin sonra, açın bir prosecco ve keyfinize bakın 🙂
  6. Seyşeller’de çeşmeden ya da açıkta olan herhangi bir suyu içmeyin. Güvenilir yerlerden ağzı tamamen kapalı, ilk defa sizin açacağınız şişelerden su için. Bunun haricinde, mutlaka sivrisinek koruyucu sürün. Özellikle akşam yemeklerinde, onlar da sizi yemeyi pek seviyor 🙂 Bizim kaldığımız tüm otel odalarında özel sivrisinek koruyucu sprey vardı. onları kullandık. Beni hiç ısırmadılar ama ne hikmetse Baransel’i pek sevdiler 🙂 Son olarak, gitmeden önce bir arkadaşım beni bazı plajlarda bazı dönemler kum biti olduğuna dair uyarmıştı. Bize hiç denk gelmedi, sanırım kaldığımız otellerin bulunduğu bölgede böyle bir problem yoktu. Ama yılın belirli dönemlerinde en çok sanırım Mahe’deki Grand Anse Beach‘te oluyormuş. Bu konuyu otelinize danışın mutlaka!
  7. Seyşeller’de tüm kumsallar halka açık. Yani hiçbir otelin özel plajı yok aslında. Dışarıdan teknelerle zaman zaman başkalarının da plaja geldiğini göreceksiniz ama sayı olarak asla bizim dikkatimizi çeken bir yoğunlukta değildi. Dışarıdan gelenler otelin şezlong, havlu gibi imkanlarından elbette yararlanamıyor, sadece plaja havlusunu serip takılabiliyor. Kısacası sizin de ziyaret etmek istediğiniz otel plajları olursa, rahatça gidip takılabilirsiniz.
  8. Hindistan cevizi ana besin kaynakları olduğu için, tahmin edersiniz ki Pina Colada’lar muhteşem yapılıyor. Hamileler ya da alkol kullanmyanlar için için Virgin Colada seçeneği de var 🙂 Lezizdi leziz!
  9. Seyşeller’in %90’ı Katolik. Dolayısıla, tropik adalarda görmeye alışık olduğunuz tapınaklardan ziyade kilise göreceksiniz. bu da tamamen İngiliz etkisi. Tek Hindu tapınağı ise başkent Victoria’da bulunuyor.
  10. Seyşeller’in iki simgesi var; biri Coco De Mer (deniz cevizi) meyvesinin tohumu diğeri ise Aldabra Giant Totoises diye geçen dev kaplumbağaları. Mahe Adası’nda çok büyük bir Coco De Mer ormanı var, dileyenler burayı ziyaret edebilirler. Bu meyvenin kendisinin de tohumumun da Seyşeller dışına çıkartılması kesinlikle yasak. Zaten boyutunu görünce çıkartamayacağınızı da anlarsınız 🙂 Bu kadar kıymetli olmasının nedeni ise tek bir tohumdan bir meyve verme süresinin 7 yıl sürmesi. Tohumunun hem erkek hem dişisi var ve döllenerek meyve veriyorlar. Doğa ananın insanlığa mesajı olacak ki, dişi tohum aynı kadın genital bölgesine benzerken, erkek tohum ise erkek üreme organına benziyor. 🙂 200 yaşına kadar yaşayabilen Aldabra kamplumbağaları ise dünyanın en büyük kaplumbağaları olarak geçiyor. İsmini de Madagaskar ve Seyşeller arasında bulunan Aldabra Resifi’nden alıyor. Eskiden Seyşeller’in granit kaplı adacıklarında yaşayan kaplumbağalar, zamanla bu denizciler tarafından bu adalar keşfedilip işgal edilince ve bir dönem besin kaynağı olarak kullanılınca sayıları oldukça azalmış. O nedenle şuanda koruma altındalar ve bununla ilgili ciddi yasaları mevcut.
  11. Son olarak gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim ki, gördüğümüz en güzel deniz ve en güzel doğadan biriydi ve ben hamileyken Seyşeller’e seyahat yapmış olmaktan dolayı en ufak bir sıkıntı yaşamadım. O nedenle kesinlikle gidilmeli ve görülmeli diye düşünüyorum. Diğer bir yandan, bundan önce hep Asya ya da Hindistan yakınlarındaki adalara gittiğimiz için, Afrika adası hissiyatı nasıl birşey bilmiyorduk. Çok farklıymış… Çok güzel bir deneyimmiş… Gerçekten Afrika’nın bir parçasında olduğunuzu hissediyorsunuz. O nedenle de şimdiye kadar gördüğümüz tropik adalardan oldukça farklıydı. Gerçekten iyi ki ama iyi ki gitmişiz! Çok beğendik ve bize o kadar iyi geldi ki size anlatamam… Umarım isteyen herkes bir gün görür ve keyfini çıkartır!

***

Umarım bu gezi size de ilham olur ve bir gün Seyşeller’i siz de görebilirsiniz. İkinci bölümde size Praslin Adası’na yaptığımız uçuşu, adada kaldığımız Constance Lemuria’daki deneyimlerimizi ve dönüş yolundaki 1 gecelik Doha maceramızı anlatacağız.

Herhangi bir sorunuz olursa bize her zaman kucukmartha@outlook.com dan ulaşabilir, Seyşeller seyahati boyunca paylaştığımız post ve storylere instagram hesaplarımızdan (@kucukmartha ve @baranseldogan ) ulaşabilirsiniz.

Çok Sevgiler

Özüm & Baransel

 

 

 

SEYAHAT

DATÇA REHBERİ 2018

Geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiğimiz Datça – Bozburun seyahatinin ilk ayağı olarak 4 gün boyunca Datça’yı keşfettik. Bu bizim hayatımızdaki ilk Datça deneyimimiz olacaktı, o nedenle biraz heyecanlıydık. Datça’ya vardığımızda ise bu heyecan yerini acayip bir dinginliğe bıraktı. Tarifi epey zor… Hem çok tanıdık hem de gördüklerimizle bizi şaşırtan bir yer oldu Datça. Benim için yeni keşfedilen bir yerin ardından beğeni kriteri olarak sorulacak ilk soru “Buraya yeniden gelir misin?” olur. Bu soruyu kendimize sorduğumuzda “Kesinlikle evet!” dedik. O nedenle Datça bizim için sadece haritada üzerine gittim anlamında bir tik atılacak bir yer değil, uzun bir zamana yayıp, keşfedilmeyi her defasında yeniden bekleyen bir yer olacak.

ULAŞIM KONUSU ve SEYAHAT PLANI

Datça oldukça büyük ve dağınık bir yer olduğu için oradayken aracınızın olması bizce şart! Biz önce İstanbul’dan arabayla mı gitsek diye düşünüyorduk, sonrasında 10 saatlik yol gözümüzde büyüdü ve uygun fiyata uçak bileti bulunca uçakla gitmeye karar verdik. İstanbul’dan Dalaman Havalimanı’na 50dk’lık bir uçuşun ardından vardık. Hemen, önceden rezervasyon yaptırdığımız aracımızı teslim almak üzere Budget istasyonuna gittik. Vodafone Red‘lilere özel Budget ile araç kiralamada %50 indirim olduğu için, aracımızı da gayet makul bir fiyata kiralamış olduk.

Dalaman Havalimanı ile Datça arası yaklaşık olarak 2,5 saat sürüyor. Yol manzaraları çok keyifli o nedenle biz hiç sıkılmadık. Karnımız acıktığında ise Hisarönü‘nde bulunan ve tam da yol üstünde olan Mavi Pide‘de mola verip harika köz patlıcanlı pidelerinden yedik. Molamızın ardından 1 saat kadar sonra ise otelimize varmıştık.

Datça içerisindeki ulaşımda aracımız olmasaydı o koylara nasıl giderdik sorusunun cevabını ise Datça merkez garajından kalkan minibüsler olarak aldık.Bu minibüsler önemli mevkilerin hemen hemen hepsine sizi ulaştırıyor. Ama yine de imkanınız varsa bir özel aracınız olsun. Çünkü otelinizden minibüs garajına, minibüs garajından gideceğiniz yere her defasında koşturmak tatilinizin kalitesini biraz düşürebilir.

Biraz da Datça içerisindeki mesafelere değinmek istiyorum. Dediğim gibi Datça nispeten büyük bir yarımada. Hala bakir doğasını koruduğu için de bir yerden bir yere ulaşım sağlarken inanılmaz dar, engebeli, hatta bazen patika ve oldukça virajlı yollardan geçiyorsunuz. Şahsen kaç kere plajlara giderken vertigomun tuttuğunu sayamadım bile. Örneğin Datça merkezden Palamutbükü’ne gitmek istiyorsanız, bu mesafe yaklaşık olarak 30km gibi düşünün. Yani sizin plaja ulaşmanız yolun zorluğuyla beraber yaklaşık olarak 30-40dakika. Palamutbükü nispeten yakın bir plaj diyebilirim, olur da Knidos Antik Kenti’ne gitmek isterseniz, en uç nokta o olduğu için ulaşmak yaklaşık 1 saatinizi alır.

Datça’ya kaç gün ayırmamız gerekir diye sorarsanız, bize 4 gün yetmedi diyebilirim. Gidilecek, görülecek çok fazla yer var. O nedenle biz 4 güne sığdırabildiğimiz kadarını sığdırdık, yeniden gelmek için bahane olur dedik. Bir yandan da çok tadındaydı bence 4 gün, ama 1 günümüz daha olsa şikayet de etmezdim. Kısacası bizce Datça, Cuma-Pazar hafta sonu kaçamağı yapılacak bir yer değil. Onu biraz günlere yayarak, usul usul, yavaş yavaş yaşamak gerekiyor.

KONAKLAMA ÖNERİSİ; FLOW DATÇA SURF & BEACH HOTEL

Datça’da otel bakarken en zorlandığım şey denize sıfır, kendi plajı olan bir otel seçeneği bulmaktı. Çok tatlı, çok güzel butik oteller var ama ben o sıcakta bir denize girip ferahlamak istediğimde her defasında 30 km yol yapmayayım istedim. O nedenle seçeneklerimiz arasından Flow Datça Surf & Beach Hotel’ tercih ettik. Çok da iyi ettik 🙂

Flow, Datça merkeze gelmeden bir kaç km geride, kendine ait otoparkı olan, düz ayak, hem havuz alanı hem de çimenlik alanı hem de plajı olan bir tesis. Biz ana binada yer alan konak odalarından birinde kaldık. Ama dileyenler için taş evlerden oluşan bahçe odaları da mevcut. Çocuklu aileler için özellikle baya güzel bir alternatif.

Biz otelde kalıp tüm gün orada vakit geçirmekten de çok keyif aldık. Plaj alanındaki barı ve koltukları çok güzel. Datça şansımıza hep çok rüzgarlıydı biz oradayken. Ama hava 38 derece olduğu için o rüzgar da bazen iyi geldi diyebilirim. Otelin bulunduğu bölge her zaman bır tık daha fazla rüzgar alıyor, zaten bu nedenle surf kısmı da mevcut. Ama aklınıza devasa dalgalar getirmeyin, denizin çarşaf gibi olduğu da oldu. Kahvaltısı açık büfe şeklinde veriliyor ve çok zengin. Her sabah çeşit çeşit taze ekmek yapıyorlar. Biz oldukça konforluyduk. O nedenle Flow’u kesinlikle tavsiye ederiz!

EN İYİ KOYLAR

  • PALAMUTBÜKÜ

Datça denildiğinde ilk akla gelen yerlerden biri Palamutbükü’dür. O nedenle ilk gün doğrudan buraya denize girmeye gittik. Tavsiye üzerine ise, girişte solda kalan Mavi Beyaz Otel‘in plajında takıldık. Çok rahat ve keyifliydi. Plaja giriş ücreti kişi başı 40TL, bu fiyata şezlong, havlu ve bir adet içki dahil! Olur da giderseniz özellikle demirhindi rom isimli içkisinden deneyin! Kokteyller 37-40TL, alkolsüz içecekler 15-18TL, biralar 20-24TL civarında satılıyor.

Gördüğüm en güzel koylardan biriydi Palamutbükü… Denizin rengi aşık olduğum Symi denizi rengine çok benziyordu.

  • OVABÜK

Ertesi gün Palamutbükü’nün yan tarafındaki Ovabük’e gittik. Burası daha salaş ve daha sakindi. Sıra sıra restoranların önlerinde plaj alanları mevcut. Rüzgarı daha az alıyor. Biz uzun bir süre burada yer alan Poyraz Restoran önündeki plaj kısmında takıldık. Sanırım Datça’da gördüğümüz ikinci en güzel koy da burasıydı.

  • HAYITBÜKÜ

Ovabük’ün hemen yanındaki Hayıtbükü biz gittiğimizde inanılmaz kalabalıktı. O nedenle burada denize giremedik. Ama iki yamaç arasında kaldığı için hiç rüzgar almadığını ve denizin oldukça sığ olduğunu söyleyebilirim.

  • KIZILBÜK & GABAKLAR PLAJI

Ovabük’ten çıkıp yan yana sıralanmış Hayıtbükü ve Kızılbük’ü görelim istedik. Hayıtbükü çok kalabalıktı o nedenle tavsiye üzerine Kızılbük’ün sonunda yer alan Gabaklar Restoran’ın plajına gittik. Burası da çok keyifli plajlardan biriydi. Çocuklu aileler için özellikle bir çok anlamda mantıklı olabilir.

Her şeyden önce kocamaaan bir bahçesi var ve ağaçların altına kurulmuş bir sürü dinlenme alanı var. Şurada bir şekerleme yapsam diyeceğiniz bir çok nokta bulacaksınız 🙂

Biz buraya vardığımızda inanılmaz bir rüzgar başladı, o nedenle denize pek giremedik ama restoran kısmında bira-kalamar yaptık. Datça’da rüzgar biraz şans işi anladığım kadarıyla ve ne yazık ki bizi 4 gün boyunca epey bir tokatladı 🙂 Ama hava sıcaklığı da 35 civarlarında olunca, esmese ne olurduk diye de düşündük hep. Uzun lafın kısası, Datça’da rahatlıkla önerebileceğim plajlardan biri de burası oldu.

NEREDE NE YİYELİM?

  • FEVZİ’NİN YERİ

Sevgili arkadaşımız Ayşe Köroğlu sayesinde bir akşam yemeğimizi Datça merkezde yer alan Fevzi’nin Yeri’nde yedik. İyi ki de yedik! Ayşe’nin dediği gibi kendimizi İzzet Bey’e (baş garson) bıraktık ve biz dur diyene kadar o getirdi. Burada klasik bir meyhanede bulabileceğiniz hiç bir meze yok! Konsepti bilmediğim için de gidip “Yoğurtlu mezeniz yok mu ?” diye sordum! Sormaz olaydım 🙂 İzzet Bey bana meyhane kültürünü, günümüz meyhanelerinde nelerin yanlış yapıldığını, kendi tarzlarını bir güzel anlattı 🙂 Fevzi Bey’in kendine has uslubuyla hazırlanmış çok acayip bir mönüleri var. Hatta İzzet Bey “Çiğ balık gibi şeyler sever misiniz?” diye sorduğunda ben “Ay ben yiyemem!” dedim 🙂 İzzet Bey de “Sen bir tat bakalım sonra konuşuruz.” dedi. Başlangıç mezeleri arasında orkinos getirdi. Böyle bol limonlu, tuzlu ve sarımsaklı bir sosu olan minik minik doğranmış bir orkinos. Mırın kırın ettim önce, sonra bir tadayım dedim. Sonra ben bir utan! Bir utan! Öyle ön yargılı olup da ben yemem dememek lazımmış onu anladım 🙂 Sanırım bütün tatil boyunca aklımızda en çok kalan lezzetler burada yediklerimiz oldu. Başta gelen cevizli zeytin, mürdümik (fava), güveç sübye, kremalı midye ve fener kavurma muhteşemdi. Kesinlikle tavsiye ederiz. İzzet Bey ve Fevzi Bey’e de selamlarımızı iletiniz 🙂 / Fiyat performans kalitesi müthiş! Rezervasyon şart!

  • CULINARIUM

Datçalı sayılabilecek yakın bir arkadaşımın favori mekanı olan Culinarium, ilk akşam yemeğimizi yediğimiz yerdi. Açıkçası normal bir restorana gittiğimizi zannederken kendimi Datça Limanı’na bakan bir apartmanın terasında, bir evin terasında buluverdim 🙂 Mekanın küçücük bir terası, arkada minik bir avlusu ve alt katta kapalı bir restoran alanı bulunuyor. Rezervasyon yaptırırsanız muhakkak teras diye belirtmeyi unutmayın.  Culinarium bir aile işletmesi, beyefendi mutfağın başında, hanımefendi ise serviste! Hanımefendi Alman ama 20 yılı aşkın süredir Datça’da yaşıyor, şakır şakır da Türkçe konuşuyor. Mönüye kattıkları da açık şekilde görülüyor. Burası ağırlıklı olarak şarap eşliğinde bir şeyler yemek isteyenler için uygun bir mönüye sahip! Başlangıçlardan beyaz peynirli risotto ve balıklı&karidesli kabak çiçeği dolması çok lezzetliydi. Ana yemek için balık ve et seçenekleriniz mevcut. Biz tavsiye üzerine beyaz lagos balığı yedik. Sanırım bu yemekteki en büyük hatamız bu oldu 🙂 Çok lezzetliydi ancak tavada yağda pişirildiği için çok ağır geldi ve bütün gece midemizi mahvetti.

Değişik bir deneyim isterseniz kesinlikle tavsiye ederiz, ancak pahalı bir yer olduğunu söylemem gerek. 1 şişe beyaz şarap, iki başlangıç ve 2 adet balık toplamda 400TL civarında tuttu. Ben bir daha gidecek olsam, şöyle bir plan yapardım; terasta yerimi ayırır, gün batımı saatinde orada olur, 2-3 başlangıç söyler ve şarabımı içer kalkardım. Başlangıçların porsiyonları büyük. O nedenle gözünüz korkmasın. / Fiyat performans kalitesi orta! Rezervasyon şart!

  • VİLLA AŞİNA

Datça’da yediğimiz en güzel yemeklerden biri de buradaydı! Villa Aşina aslında bir otel. Saklı koy denilen bir koyda, denize nazır bir manzarası olan terasında dileyen misafirlerini dışarıdan da restoran için ağırlıyor. Tek yapmanız gereken, önceden rezervasyon yapmak ve gideceğiniz gün öğlene kadar arayıp balık mı et mi yemek istediğinizi söylemek. Çünkü ona göre günlük alış veriş yapılıyor ve size özel bir sofra kuruluyor. Villa Aşina’nın Tarsuslu sahibi Bülent Bey’in elinin lezzetini daha gitmeden duymuştuk. Ne yazık ki biz gittiğimizde kendisi Datça dışındaydı ancak mutfak ekibi de en az onun kadar başarılı. Arkada tatlı tatlı çalan Tanju Okanlar, samimi bir ortam, lezzetli yemekler! Zaten daha ne ararsınız ki? Bir de tabi Villa Aşina’nın müthiş dostu Gamsız var! Gamsız öyle sıcak kanlı ki, hemen yanınıza sokuluveriyor. Bütün gece aşk yaşadık biz kendisiyle!

Bizim masamıza gelen mezeler, havuç tarator , çağlalı caciki, ege otları mücver, somon pate ve tarçınlı barbunya idi. Ben özellikle tarçınlı barbunyaya bayıldım! Baransel de somon pateyi çok sevdi.

Ara sıcak olarak ise kocaman bir güveçte karides mantısı geldi. İnanılmaz lezzetliydi! Biz zaten o noktadan sonra doymuştuk ama üzerine kocaman bir deniz levreği geldi. Neyse ki kalanları Gamsız yiyormuş 🙂 Gözüm arkada kalmadı! / Fiyat performans kalitesi yüksek! Rezervasyon şart!

  • LEYLA DATÇA 

Datça’nın içerisinde 1001 gece masallarını aratmayan bir atmosfere düştük! Datça’nın Reşadiye köyünde yer alan ve yerli halk tarafından Koca Ev diye de bilinen meşhur Mehmet Ali Ağa Konağı, günümüzde bir butik otel olarak kullanılıyor. Otelin avlusunda ise daha 1 ay önce açılmış Leyla Restoran yer alıyor. Otel ve restoran farklı işletmeler. Ancak restorana gitmek için zaten konağın bahçesine girmeniz gerektiğinden, zaten ilk adımda büyüleniyorsunuz. Biraz Fas, biraz Endülüs ve biraz Osmanlı mimarisi var konakta. Bahçenin peysajına hele inanamazsınız. Bin bir çeşit bitki…

 

 

Restoranın bir ana avluda bir de arka bahçede alanı var. Arka bahçe alanı biraz daha küçük ve genelde kalabalık gruplara ve özel etkinlik düzenlemek isteyenlere veriyorlar. Bence bahçe kısmı daha keyifli bu arada!

Arka bahçedeki bu dev kaktüslere bayıldık 🙂

Leyla Restoran’ın mönüsünde hem deniz mahsulü hem de et var. Bize göre rakıdan ziyade şaraplık bir mekan. Başlangıç olarak soğuk badem çorbası ve soğuk ayran aşı çorbası güzel ve ferahlatıcı seçenekler. Ana yemek olarak Baransel dana kaburga aldı, bense bonfile! Açıkçası bonfile beni biraz hayal kırıklığına uğrattı ama dana kaburga baya güzeldi. Restoran daha 1 ay önce açıldığı için eksiklikleri çok! Servisi yavaş, örneğin biz ana yemeğe geçtiğimizde şarabımız yeni gelmişti gibi… Ama düzeleceğini düşünüyorum, yeni başlayan bir işletmenin oturması zaman alacaktır.

Restoranın ucuz ya da makul fiyatlı olduğunu asla söyleyemem. Hatta tüm tatil boyunca ödediğimiz en yüksek hesabı burada ödedik. O nedenle bir daha gidersem sadece bir iki başlangıç ve şarapla takılabilirim sırf o atmosferi yaşamak için.

Bu arada kişi başı 38TL’ye bu ortamda güzel bir kahvaltı da edebilirsiniz. Aklınızda olsun! /Fiyat performans kalitesi orta! Rezervasyon şart!

  • POYRAZ RESTORAN

Ovabük’te yer alan Poyraz Restoran, bizim Bozcaada’da yer alan Vahit’in Yeri’nin bildiğin Datça versiyonu! O nedenle çok çok sevdik! Ağırlıklı olarak öğlen ya da akşamüstü bir şeyler atıştırmak için ideal! Zaten aslında hem pansiyon tarafı var hem restoran tarafı! O nedenle kendi önünde plajı olduğu için tüm gün burada takılabilirsiniz. Biz de aynen öyle yaptık! Vardığımızda karnım çok açtı o nedenle hemen bir kaç şey söyledik. Yediğimiz tüm mezeler çok iyiydi! O nedenle aslında daha bir sürü şey söylemek istedim ama midem izin vermedi 🙂 Etrafımdaki herkes ise mutlaka yoğurtlu patates ve biber kızartması yiyordu. Sanırım onu da denemek lazım aklınızda olsun 🙂 Biz çok sevdik burayı! Kesinlikle tavsiye ederiz! / Şezlong için ekstra para ödemedik. Fiyat performans çok iyi! – Öğle saatinde rezervasyonsuz gittik, bir sıkıntı yaşamadık. Bence rezervasyona gerek yok!

  • PAYAM PALAMUTBÜKÜ

Palamutbükü’nden ayrılmadan önce, çok tavsiye edilen Payam‘a gittik. Aslında toktuk ama sırf denemek için bir mantı ve o meşhur portakallı, bademli ve çikolatalı kurabiyelerinden aldık. Mantı konusunda hassas biriyimdir. Çok şanslıyım ki ailede inanılmaz mantı açan hanımlarla büyüdüm. O nedenle o hamur incecik olmadan, kıyması bol tutulmadan benim için mantı geçer not alamıyor. Buradaki mantının hamuru nispeten ince sayılırdı ama içinde neredeyse hiç kıyma yoktu, sadece yoğurtlu haşlanmış hamur yiyormuşsunuz gibi bir hissiyat verdi bana. O nedenle mantısını tavsiye etmem. Ama o kurabiyeler! Ah o kurabiyeler! Payam bence akşam üzeri çay saati yapılabilecek ve fırın kısmından muhteşem kurabiyeler kekler denenebilecek bir mekan. Bu anlamda kesinlikle tavsiye ederiz!

  • DATÇA SAHİLİNDE YER ALAN DİĞER MEKANLAR

Datça’nın aynı Bodrum-Gümüşlük sahili gibi bir sahili var. Dekorasyon ve konsept birebir aynı! Bu sahilde de bir sürü yan yana restoran var. Bunlardan birine de gitmek isteyebilirsiniz. Ama bizim hem programımızda yoktu hem de biraz fazla kalabalıktı, o nedenle burada bir deneyim yaşamadık. Onu da belirteyim istedim… Ama tavsiyeler arasında gelenler, Maradona, Hüsnü’nün Yeri, Kumluk Restoran ve Dutdibi idi. Aklınızda olsun! Bir de yemek öncesi ya da sonrası bir şeyler içmek isteyenlere Cafe Inn önerilir!

ESKİ DATÇA

Datça’ya gelip de şöyle bir Eski Datça sokaklarında yürümeden olmaz! Datça merkezden yaklaşık 2 km uzaklıkta bulunan eski adı Dadya olan Eski Datça’ya dolmuşlarla ulaşabiliyorsunuz. Tam gün batımı saatiydi biz gittiğimizde… Tüm sokakların arasından turuncu bir ışık beliriveriyordu. Atmosfer çok güzeldi gerçekten.

Biz buradan yemeğe gideceğimiz için bir yerde oturup bir şeyler içmeye fırsatımız olmadı. Ancak Can Yücel’i Kahvesi olarak da bilinen Orhan’ın Kahvesi’nde oturup bir şeyler içmek keyifli olabilir.

Hafif Alaçatı atmosferine sahip sokaklar, Alaçatı’dan çok çok daha küçük elbette. Tüm sokakları gezmeniz en fazla yarım saat sürer.

Eski Datça denince akla ilk gelen isim ünlü Türk şairi Can Yücel oluyor elbette. Ailesiyle uzun yıllar boyunca Eski Datça’daki evinde yaşayan Yücel’in vefatının ardında da bugün hala evinin önü onu ziyarete gelenlerle dolu.Öyle ki kapıya artık “Burası bir Müze değildir.” yazmak zorunda kalmışlar. Ziyaret edenlerin de kendince hakkı var tabi, ona bir nebze de olsa yakınlaşmış gibi hissediyorlar belki de kendilerini. Mesela benim tüm o sokakları gezerken aklımda hep şu satırlar vardı;

Başka türlü bir şey benim istediğim…
Ne ağaca benzer, ne de buluta…
Burası gibi değil gideceğim memleket…
Denizi ayrı deniz…
Havası ayrı hava…
Can Yücel

DATÇA’DA GECE HAYATI

Datça’da inanılmaz bir gece hayatı yok, zaten olmasın da! O anlamda da Bozcaada’ya çok benziyor. Çünkü zaten Datça’nın mizacına ters bu durum. Sahilde sevdiceğinle el ele yürürken hala dalga sesi duyabileceğin bir yer Datça!

Belirli dönemlerde belediyenin düzenlediği festivaller olabiliyor, o festival dönemlerinde halk konserleri veriliyor. Bizim gittiğimiz dönemde Tiyatro Festivali vardı ve şansımıza ilk akşam çok sevdiğimiz Güvenç Dağüstün çıkmıştı. Böyle dönemlere denk gelirseniz gece yarısına kadar müzik dinleyebilirsiniz.

Tabi ki bir de yaz boyunca devam eden Datça Amfitiyatro Yaz Konserleri var! Bunlara da mutlaka göz atın, orada olacağınız tarihe denk gelecek güzel bir konser bulabilirsiniz belki !

Diğer bir alternatif ise, liman tarafında yer alan ve Datça’nın sanırım daimi tek konser mekanı Coop Live! Buradaki programı haftalık olarak takip edebilirsiniz! Bizim şansımıza bir akşam  çok sevdiğimiz Cümbüş Cemaat grubu çıkıyordu. Biz de yemekten sonra dinlemeye gittik ve çok eğlendik! Sabahlara kadar sürmüyor o konser hali  tabi, en fazla 01:00 itibariyle müzik kesiliyor. Bu güzel bir şey, ben yadırgamıyorum. Bizim döndüğümüz gün de Yeni Türkü çıkacaktı mesela… O nedenle bence mutlaka takvimine internet sitesinden bakın 🙂

Eğer güzel caz dinlemek isterim derseniz Palamutbükü’nde yer alan Whatsapp Chef Beach Pub bazı akşamlar caz sanatçılarını ağırlıyor.

Tüm sergi, konser ve bilumum etkinlikler için My Datça sitesine bakabilirsiniz!

DATÇA’DAN ALMADAN DÖNMEMENİZ GEREKEN ÜÇ ŞEY

  1. İncir – Hayatımda yediğim en güzel incirlerdi.
  2. Badem – Gerçekten çok iyi!
  3. Bademli Zeytin – İnanılmaz bir lezzet! Çekirdeği çıkartılmış yeşil zeytinlerin içerisine çiğ badem içi doldurulmuş.

Açıkçası bölgenin şarap konusunda biraz daha gelişmesi gerektiğini düşünüyorum. Sadece yarı tatlı beyaz şarabını, üzümünden dolayı baya sevdik. Zeytinyağı da güzeldi ama Çanakkale’den daha iyiydi diyemem. Bir de bence bir tutam kaktüs getirin 🙂 O kaktüslerin yere düşmüş bir tutamını evde toprağa gömüp yetiştirebiliyorsunuz. Ben yapamadım içimde kaldı, ama bir daha gitsem kesin yaparım!

DATÇA’DA ZAMAN BULUP DA YAPAMADIKLARIMIZ

  • Knidos Antik Kenti’ne gitmek ve orada gün batımını izlemek
  • Datça Vineyard’da gün batımı eşliğinde tadım yapmak
  • Kargı Koyu, İnbükü, Domuz Çukuru, Karaincir ve Palamutbükü’nün hemen yanındaki Akvaryum Koyu’nda denize girmek
  • Günübirlik teknelerle koy koy gezmek
  • Kite ve Wind surf deneyimi yaşamak
  • Kızlan’da bulunan eski yel değirmenlerini görmek
  • Bodrum feribotlarının kalktığı Kairos Marinası’nda gün batımı izlemek

DATÇA HAKKINDA NAÇİZANE GÖZLEMLERİM

  • Datça bize Bozcaada’yı çok fazla anımsattı. Ama bir yandan da hem daha büyük hem de nispeten daha hareketli olduğu için ve belki de tüm evlerin bembeyaz olmasından kaynaklı azıcık Bodrum’u da anımsattı. İkisinin karışımı ama Yunan etkilerinin de fazlaca görüldüğü bir yer diyebilirim.
  • Datça’nın bitki örtüsü coğrafya derslerinde begonvil olarak okutulmalı 🙂 Bu kadar yer gördüm, begonvilin bu kadar yakıştığı başka bir yer görmedim! Tabi ki bir de kaktüsler! Çok nadir görülen bu kaktüsler ve begonviller o turkuaz denizle nasıl bir ahenk içinde anlatamam! Datça bende hep bu üçlü ile kalacak…
  • Datça Muğla ilimize bağlı bir kasaba olmasına rağmen sokaklarda göreceğiniz 06 plaka yoğunluğu sizi şaşırtmasın 🙂 Bizi şaşırttı ve sormak durumunda kaldık 🙂 Çünkü resmen İzmirliler için Alaçatı neyse, Ankaralılar için de Datça o gibi davranılıyor 🙂 Sonradan öğrendim ki 70’li yıllarda Ankaralı bürokratlar ve memurlar Datça’da çok fala sayıda kooperatif işine girmişler, emekli olduktan sonra da çoğu Datça’ya yerleşmiş. Şimdi onların alt jenerasyonları da yazlık niyetiyle Datça’ya geliyormuş. Öyle ki bir çok restoran ve otelin işletmecisi de Ankaralı 🙂
  • Symi’ye ülkemizden en yakın iki noktadan biri de Datça, ancak bu kadar yakın olmasına rağmen arada bir feribot ya da tekne seferinin olmaması çok üzücü. Yetkililere sesleniyorum 🙂
  • Datça ve Bodrum arasında arabalı feribot seferlerinin olması çok güzel! Toplamda 1,5 saat sürüyormuş.
  • Datça’da gördüğüm en büyük eksiklik bir 3. dalga kahvecinin olmaması! Varsa ve ben bilmiyorsam lütfen aşağıya yorum olarak bırakın 🙂 Ama şöyle bohem, tatlı bir 3. dalga kahveci çok yakışırdı!
  • Datça özelinde değil ama Datça seyahati sonrasında çok düşündüğümüz bir konu var. Sanırım artık Türkiye’de ucuz bir yer kalmadı… Ekonomi o kadar batık durumdaki, işletmeciler haliyle fiyatları her yerde çok arttırmış durumda. Ülkede bir çok yazlık yerde kalamar yedik, en salaşından en lüks restoranına kadar, minimum fiyatın en salaş mekanda bile 40TL’ye sabitlendiğini söyleyebilirim. Datça tatilini planlarken Datça’yı aslında, her yaz ritüel haline gelen Yunan Adaları seyahatinin yerine koymuştuk. Çünkü Euro ile başa çıkamayacaktık. Çok açılmayalım, gitmediğimiz bir yeri görmüş olalım mantığıyla yola çıktık. Ama Datça bizi çok şaşırttı. Gittiğimiz çoğu restoran ya da meraktan haberdar olduğumuz çoğu konaklama seçeneği çok pahalıydı. Alkol zaten aşırı pahalı. Gelen vergiler nedeniyle işletmeci ne yapsın? Ona da kızamıyorum! Ama Migros’ta 35TL’ye satılan bir yerel şarabı sen bana 230TL’ye satıyorsan bu işte bir yanlışlık var diye düşünürüm. Bu bana çok ayıp geliyor. Para ülkemizde öyle bir el değiştirdi ki, son yıllarda gittiğimiz her yerde bunu çok net görebiliyoruz. Dolayısıyla kaliteli yerel turist çok azaldı. E şimdi bu azınlık turist yurt dışına da çıkarken bir düşünüyor. Peki ne olacak bu işin sonu? Ben size söyleyeyim, bu işin sonu kayın valide yazlığı ya da biraz şanslıysanız kendi yazlığınıza dönecek. 🙂

Datça fotoğraflarımıza instagram üzerinden #kucukmarthadatca dan ulaşabilirsiniz.

Sevgiler

Özüm & Baransel

 

 

 

SEYAHAT

LONDRA 101 – LONDON 101

Geçtiğimiz yıl Mart ayında kız kardeşimin Londra’ya taşınmasının ardından evde bir panik havası yaşandı. Allah korusun ya bir şey olsaydı da hemen gitmek gerekseydi? Önümüzde ailecek alınması gereken kapı gibi bir vize duruyordu. Bunca zamandır Londra’yı sırf şu vize sorunsalı yüzünden ertelediğim bir gerçekti. Hele ki yeşil pasaport sahibi anne ve babam için vize almak büyük bir dertti 🙂 Neyse ki kardeşim buna vesile oldu ve apar topar vizemizi aldık. Vizeyi aldık almasına da benim gitmem işti güçtü derken bir 6 ay kadar gecikti. Nitekim bunun acısını çıkarırcasına hem Kasım ayının sonunda anneler ve teyzelerle kadın kadına, hem de Aralık sonunda yılbaşı için Baransel’le beraber gitme fırsatım oldu. E artık bir lokal sayılan kardeşimden de epey şey öğrendim. İki ay üst üste gitmeme rağmen ise her seferinde farklı bir şey keşfedip, bunun sonunun bu şehirde kesinlikle olmadığına karar verdim 🙂 Nitekim Londra’da 8 yıl yaşamış bir arkadaşım bana Londra’yı 8 yılda bitiremediğini söylemişti 🙂 Bu şehrin hızına yetişmeniz çok zor. O nedenle eğer sizin de sadece 3-4 günlük bir zamanınız varsa ve bu Londra’daki ilk seyahatiniz olacaksa, öğrendiğim Londra 101 bilgilerini bu yazıda bulabilirsiniz. 🙂

LONDRA’DA ULAŞIM

Londra, İstanbul gibi birden fazla merkezi olan büyük bir şehir. Şehri doğu-batı, kuzey-güney şeklinde ayırıp, metro hatlarını bile bu şekilde isimlendiriyorlar. Siz de benim gibi batı merkezinde bir yere ulaşmak istiyorsanız en iyi opsiyonları aşağıda bulabilirsiniz;

Heathrow Havalimanı’ndan Ulaşım:

-Heathrow Express: Heathrow Havalimanı’ndan Paddington Tren İstasyonu’na en kolay ulaşım şekli Heathrow Express denen hızlı trenler. Hiç durmadan sizi 15 dakikada Paddington’a ulaştırıyor. Heathrow Express hakkında bilmeniz gereken en önemli şey, uçak biletinizi aldığınız gün ilk yapmanız gereken şey, mutlaka internet sitesinden Heathrow Express biletinizi online olarak almak ! Çünkü normalde havalimanı içerisinden aldığınızda bilet ücreti gidiş -dönüş 35 Pound olarak sabit ücret ödemeniz gerekiyor, ancak online olarak önceden alırsanız çok daha ucuza alabiliyorsunuz. Üstelik her 15 dakikada bir her iki taraftan tren mevcut! Bu nedenle en kolay ve hızlı ulaşımı Heatrow Express ile sağlayabilirsiniz.

-Heathrow Connect: Diğer bir opsiyon yolu olan Heathrow Connect, Paddington’a sizi 30 dakikada ulaştırıyor. Heathrow Connect’in gidiş-dönüş ücreti ise 21 Pound. Ama yukarıda anlattığım gibi eğer siz çok daha önceden internet sitesinden Heathrow Express biletinizi alırsanız bu rakamdan bile daha ucuza alabilirsiniz.

-Piccadilly Line (Tube): Londra’da metroya tube deniyor. O nedenle birine metro ile ilgili bir şey soracaksanız doğru yanıtı almak için “tube” kelimesini kullanmalısınız. Heathrow Havalimanı’ndan metro ile de ulaşım sağlayabilirsiniz, ancak bu epey uzun süren bir yol. Gideceğiniz lokasyona göre ortalama 1-2 saat gibi bir sürede ulaşabilirsiniz. Londra’da metro hatlarının isimlerini aklınızda tutmazsanız, renklerini takip etmek daha akılda kalıcı olabilir. Örneğin havalimanından metroya binecekseniz mavi renkteki bu hattı takip etmelisiniz.

Gatwick Havalimanı’ndan Ulaşım: Gatwick Havalimanı Londra’nın güneyinde yer alıyor, dolayısıyla siz oradan merkezde bir yere ulaşmak istiyorsanız, yine Heathrow’da olduğu gibi Gatwick Express’e binip diğer bir merkez istasyon olan Victoria‘ya ulaşabilirsiniz. Bunun biletlerini de yine internet sitesinden alabilirsiniz. Havalimanından Victoria’ya ulaşmanız 30 dk civarında sürüyor.

Şehir İçi Ulaşım: Londra hayatımda gördüğüm en gelişmiş toplu taşıma ağına sahip şehirlerden biri. O nedenle ulaşım konusunda bir sıkıntı kesinlikle yaşamazsınız. Zaten şehir dümdüz olduğu için de bir çok yere yürüyebilirsiniz. Ama şehir aynı zamanda oldukça büyük ve birden fazla merkezden oluştuğu için zaman kazanmak için toplu taşıma kullanmanızı da öneririm. Bu noktada cebinizi yakmamak için ilk yapmanız gereken şeylerden biri 5 Pound depozito ödeyerek alacağınız Oyster Card olacaktır. Oyster Card’ı tüm bilet alabildiğiniz makinalardan temin edebilirsiniz. İçerisine para yüklemek de oldukça kolay. Bu kart olmadan yapacağınız tüm bilet alımlarınız 2 katı ücretlendirmeye tabi olacaktır. O nedenle bu kart ile seyahat etmek oldukça avantajlı! Üstelik bir süresi olmadığı için, kartı saklayıp bir sonraki seyahatinizde de içine para yükleyip kullanabilirsiniz. Diğer bir önemli bilgi ise, otobüsün metrodan daha ucuz olduğu! Bence mutlaka Londra’nın simgesi olan iki katlı kırmızı otobüslere binin ve yer bulursanız üst katta en önde oturup adeta özel bir gezideymiş gibi şehri izleyin 🙂

LONDRA’DA KONAKLAMA İÇİN EN MERKEZİ BÖLGELER

Londra’da otelde konaklamadığım için doğrudan bir otel önerisinde bulunamayacağım. Ama hangi bölgelerde konaklarsanız rahatça gezebilirsiniz konusunda size yönlendirme yapabilirim. Eğer otel ya da Airbnb evi gibi bir konaklama seçeneğiniz olacaksa, batıda Paddington ve Victoria, güneyde Waterloo ve Borough Market, doğuda Liverpool, kuzeyde Camden Town bölgelerine bakmalısınız. Londra’nın tam kalbinde olmak isteyenler için ise Mayfair, Covent Garden ve Kings Cross bölgelerini tavsiye ederim.

LONDRA’DA GEZİLMESİ GEREKEN YERLER

Son Londra seyahatimde, kardeşimden öğrendiğim şekilde Baransel’e program hazırlamıştım. Her bir güne bir bölge ayırdım. İlk gün eve de yakın olduğu için Notting Hill kısmından başladık, aşağı doğru yürüyüp Kensington’a kadar vardık. Ardından Hyde Park’ın içerisinden yürüyerek evimize döndük. Sonraki gün kraliçeye selam vermeye gittik, ardından sincaplarla oynamak için St James Park’ın içerisinden yürüyüp Londra’nın iki önemli simgesi London Eye ve Big Ben’in önünde fotoğraf çektirdik. Ertesi günü biraz alışverişe ayırdık ve en ünlü caddeleri yılbaşı süslerinin altında gezdik. Bir sonraki gün Sky Garden’dan Londra manzarasını izleyip kahvemizi içtik, ardından meşhur Tower Bridge’de fotoğraf çektirdik, hava çok soğuktu o nedenle Katherina Docks Marina’da sıcak şarabımızı içip evimize döndük. Son gün ise, kardeşimin evinin civarında dolandık. Little Venice denilen kanalın manzarası çok güzel. Sokaklarda kaybola kaybola tren istasyonuna gittik. Belki bu program size de yardımcı olur 🙂

*Notting Hill – Portobello Road – Kensington – Hyde Park

*Buckingham Palace – St. James Park – London Eye – Big Ben – Southbank

*Oxford Street – Piccadily – Carnaby (+Kingly Court) – China Town – SOHO – Covent Garden (+Neal’s Yard)

 *Sky Garden – Tower Bridge – Katherina Docks Marina

*Paddington – Little Venice – Regent’s Park – Marylebone

LONDRA’DA YEME – İÇME ALTERNATİFLERİ

Londra’da deneyip de beğendiğimiz bazı yerler; Clifton Nurseries,  ZEDEL,  SKETCH , Ivy Kensington, GOGI – Korean Barbeque, Kanada- Ya, Ben’s Cookies, Underdelicious, Grains Coffee ve Hakkasan.

LONDRA’DA ALIŞ VERİŞ ÖNERİLERİ

Londra’ya gidip de buralardan alışveriş yapmadan dönmeyin; TkMax, Primark, John Lewis, Deciem, Anthropoligie, Urban Out Fitters, Forever 21, Fortnum Masons, Tesco ve Whole Food Sales.

Sevgiler

Özüm